Hikâye - Fanfic Oylama Sayfaya git: 1, 2, Sonraki |
Anime Manga Forum -> Etkinlikler |
Yazar
Mesaj
Oylama 15 Mart Pazar geceyarısı bitecek. Sanji mod olduğundan unvan ikinci olana gidecektir.
SanJi
yuno
QuincyArcherHatesO
Yapayalnız
Güneş tepelerinde acımasızca parlarken Rukia halsizce kendisini dizlerinin üstüne bıraktı. Yoktu, bu küçücük adada, birkaç palmiyeden, bolca kumdan, dalgaların kumları yıkadığı beyaz köpüklerden ve orada burada birkaç boş deniz kabuğundan başka hiçbir şey yoktu. Burada, bu adada yapayalnızdırlar. İçigo'yla.
Nasıl geldikleri konusunda hiçbir fikri yoktu. Her zamanki gibi 13. Takım Karargahı'nda, Kotetsu ile Kotsubaki'nin Ukitake Tayço üzerinden saçmalamalarını dinlemekle ve bir yandan oturduğu yerde gizli gizli esnemekle meşguldü, kapıda ayak sesleri işitince iki ebedi düşman heyecanla bağdaş kurdukları yerden kalkıp sürgülü kapıya yönelmişlerdi, kendi de kalkmaya yeltenmiş, sonra birden başı dönmüş, gözlerine bir perde inmiş ve kendisini sıcacık güneşin altında, sıcacık kumların üzerinde yatar vaziyette bulmuştu!
Gözleri henüz hınçla parlayan güneşe alışamadan, beyni de henüz nerede olduğunu algılayamadan Rukia'nın yüzüne az sonra bir gölge düşmüş ve İçigo "Hey, Rukia, sen de mi bura-" demeye kalmadan Rukia öyle bir korku ve heyecanla yerinden doğrulmuştu ki İçigo'ya istemeden de olsa sağlam bir kafa atmıştı. İçigo acıyla kalçasının üstüne, yere düşmüş ve burnunu tutarak acıyla kıvranmaya başlamıştı.
-Rukia, temeee, burnumu kırdın, koca kafa!
Aradan tahminen yarım saatten fazla bir süre geçmişti. Rukia'nın adanın tümünü keşfe çıkıp bitirip gelmesi işte bu kadar sürmüştü, yarım saatten biraz fazla. Bu kadar küçük bir adaya onları hangi kuvvet atmıştı, hangi gizli el onları tutup buraya fırlatmıştı? Düşünceli bir tavırla hart hart başını kaşıdı.
-İçigo! (İçigo'nun "g"sini genizde hafif bir "n" karışımı ile telaffuz ederdi her zaman) Belki de Quincy'lerin işidir. Yani bir tür illüzyon? Ya da boyut mu değiştirdik? Ama neden sadece ikimiz? Bizden başka canlı yok bu adada. Etrafta hiçbir reiatsu hissetmiyorum! Hiçbir tuzağa da rastlamadım. Bir tür ışınlanma mı yaşadık biz? Sen ışık filan gördün mü?
İçigo, Karin ve Yuzu ile kahvaltı sofrasına henüz oturmuştu ki oturduğu sandalye altından kaymış ve kendisini suyun içinde bulmuştu. Rukia'nın üzerinde dakikalardır kafa patlattığı kuvvet onu kıyıda, berrak kumların üzerinde cam gibi parlayan sığ sulara bırakmış ve genç Şinigami heyecanla suya değdiği anda yerinden fırlamış, kendini kıyıya atmış, heyecanının geçmesini birkaç dakika (belki de birkaç saat? Çünkü İçigo geldiğinde güneş bu kadar tepede değildi) beklemiş ve tam kafasını toparlayıp etrafa göz atmaya karar verdiği anda yerde yatan koca kafalı 13. takım teğmenini görmüştü. Fakat şu an İçigo, anılarla da ışıkla da ilgilenemezdi. Galiba burnu kırılmıştı!
-Ben sen bana kafa attığın zaman gördüm o bahsettiğin ışığı! Resmen burnumu kırdın!
Rukia, bu adaya geldiğinden beridir ilk defa İçigo'yu dikkatle süzdü.
-Senin burnun mu kanıyor? (Birdenbire kulaklarına kadar kızardı) Oi! Sapık! Adanın birinde baş başa kaldık diye aklından neler geçirmeye başladın? İçigo, seni döverim, teme!
-Geri zekalı! Sen burnumu kırdığın için kanıyor burnum!
-Tamam, tamam, kesin, ooc oldu bu!
İkisi birden korkuyla gökyüzüne baktılar.
-Bu ses nereden geliyor? diye buğulu sesiyle söylendi Rukia. İçigo gökyüzüne haykırdı:
-Kendini açık et! Bizden ne istiyorsun? Bizi buraya niye getirdin?
-Zaten Kubo sizi ıssız ada değil belki ama bir tür balayı adasında resmetmişti, bir 14 Şubat'tı sanırım, hatırlıyorum o görseli, ne geyik çevirmiştik üzerinde!
-İçigo, gardını al, dedi Rukia, kaşları çatılmıştı.
İçigo'nun eli bir refleksle sırtına gitti ancak Zangetsu sırtında değildi, zaten o buraya gelmeden önce bir kahvaltı sofrasındaydı, Zangetsu üzerinde ne arasındı?
-Kısooo diye söylenecekti ki ses tekrar duyuldu.
-Tamam ya ağzınızı bozmanıza gerek yok gençler, herkes evine, hadi bakalım, kış kış, sizin bu hikayede yeriniz yok.
Ve menekşe gözleri iri iri açılmış Rukia ile en Kadir İnanır bakışlarını görünmeyen düşmanına saçmakla meşgul İçigo, pof diye ortaya çıkan bir toz bulutunun içinde kayboldular.
Başka birileri olmalı. Daha güncel:
-Judayme! Judayme! Lütfen gözlerini aç judayme!
-Tsuna, oi! Kendine gel artık!
Vongola'nın 10. patronu yavaşça gözlerini açtı. Güneş tepelerinde acımasızca parlarken o halsizce sırt üstü kumların üstünde yatıyordu. Yoktu, bu küçücük adada, birkaç palmiyeden, bolca kumdan, dalgaların kumları yıkadığı beyaz köpüklerden ve orada burada birkaç boş deniz kabuğundan başka hiçbir şey yoktu. Burada, bu adada yapayalnızdırlar. Yamamoto ve Gokudera'yla...
-Gokudera-kun? Yamamoto? Ne oldu bana?
-Gerçekten, neredeyse birebir aynı cümleleri kullanmak zorunda mıydım?
Tsuna heyecanla ayağı fırlamaya çalıştı ancak dengesini yitirip tekrar kaba etinin üstüne düştü. Gokudera parmak aralarında küçük dinamitlerle patronunun önüne geçti, Yamamoto da en keskin bakışlarını sesin geldiği yöne dikerek beyzbol sopasını kılıfından çıkardı.
-Bu-bu-bu ses de nereden geldi?
-Sen korkma, judayme, ben seni korurum!
-Gokudera, sen Tsuna'yı koru!
-Ben zaten aynı şeyi senden önce söyledim geri zekalı beyzbol manyağı! Sana mı sorcam hem?
-Yahu ben sizi buraya okuldan getirdim, hadi beyzbol sopasını anlarım da Gokudera manyağı, o dinamitleri her seferinde nerenden çıkarıyorsun? Zaten bunlar da bana güncel, yoksa manga biteli kaç yıl olmuş. Vazgeçtim, defolun buradan!
Ve Tsuna'nın "hiiiiii" şeklindeki acınası çığlığı, sahibi ve iki en sadık adamıyla beraber toz bulutunun içinde kayboldu.
-Başka, başka! Hmm...
-Hilda-san, lütfen çikolatalarımı kabul edin, bütün gece uğraşıp sadece sizin için yap-are? Neredeyim ben? Hilda-san?
Güneş tepelerinde acımasızca parlarken Furuiçi elindeki kalp şekilli çikolata kutusunu boşluğa uzatmış, iki büklüm halde duruyordu. Yoktu, bu küçücük adada, birkaç palmiyeden, bolca kumdan, dalgaların kumları yıkadığı beyaz köpüklerden ve orada burada birkaç boş deniz kabuğundan başka hiçbir şey yoktu. Burada, bu adada yapayalnızdırlar. Oga ve Belbo'yla.
-O-o-o-o-OGAAA! Biz neredeyiz?
Furuiçi koşa koşa kumların üstünde boylu boyunca uzanmış Oga'ya koştu. Önce onun baygın olduğunu sandı, sonra genç babanın burnundaki sümük balonunu indire şişire aslında uyumakta olduğunu fark etti, Belbo da poposunu dikmiş, babasının göğsünde mışıl mışıl uyumaktaydı.
-Ogaaa! Sana diyorum! Biz neredeyiz? Ben en son Hilda-san'a çikolata vermekle meşguldüm, mevsim kıştı, biz okul bahçesindeydik! Şi-şi-şi-şimdiyse buradayız! Kime diyorum, oi!
Furuiçi uykusunu bölme zahmetine girmeyip güneşten rahatsız olan gözlerini koluyla gölgeleyen Oga'ya öfkeyle elindeki çikolata kutusunu fırlatmak istedi ama kutu tam da Belbo'nun ısırılası poposuna denk geldi. Bebek irkilerek uyandı, iri iri gözlerle bir hâlâ uyuyan babasına, bir de olacakları hissederek bembeyaz kesilen Furuiçi'ye baktı ve ağlamaya başladı. Adadan güneşten daha parlak, mavi bir ışık hüzmesi yükselirken Belbo'nun huysuzlanmasına Oga'yla Furuiçi'nin çığlıkları karışıyordu.
-Ağlattınız çocuğu be! Hadi kış kış! Bakaiçi, nolcak! Allah'ım, saat 12'ye geliyor, hiçbir şey yazamadım! Daha reytingi bol bir şey lazım!
Güneş tepelerinde acımasızca parlarken Makoto halsizce kendisini dizlerinin üstüne bıraktı. Yoktu, bu küçücük adada, birkaç palmiyeden, bolca kumdan, dalgaların kumları yıkadığı beyaz köpüklerden ve orada burada birkaç boş deniz kabuğundan başka hiçbir şey yoktu. Burada, bu adada yapayalnızdırlar. Haru'yla.
-Aha, reytingi gözünden vurdum...Bromance'i de dayarım şimdi... de... Bunların böyle bir bölümü vardı yahu. Yalnız bu cümlelerde niye ısrar ediyorum, Allahım! Aynı betimleme, aynı betimleme, nereye kadar!
-Ha-ha-ha-haru, bu ne? Bu bir hayalet sesi mi? Korkuyorum, Haruu!
Makoto koskocaman gövdesine aldırış etmeden yanında incecik kalan Haru'nun arkasına saklanmış, yavru bir köpek gibi titrerken Haru en hissiz, yani her zamanki sesiyle-
-Ya, tamam, yaoi-fan-girl'ü sayılmam zaten. Kaybolun, beğenmedim. Ayrıca siz niye mayolu değilsiniz ya! Issız adaya okul üniformasıyla düşen bishie mi olurmuş? Kaybolun gözümün önünden!
-Haruuuuu!!!
-Tamam, bu kez kesin olacak:
Güneş tepelerinde acımasızca parlarken Ciel tam bir umursamazlıkla Saksonya porseleni kahve fincanından sakız aromalı Türk kahvesini yudumladı. Yoktu, bu küçücük adada, birkaç palmiyeden, bolca kumdan, dalgaların kumları yıkadığı beyaz köpüklerden ve orada burada birkaç boş deniz kabuğundan başka hiçbir şey yoktu. Burada, bu adada yapayalnızdırlar. Sebastian'la. Ve Ciel bunu zerre kafaya takmıyordu.
-Sebastian, tatlım nerede kaldı?
-Hemen getiriyorum, Boççan!
-Ya, dalga mı geçiyorsunuz siz? Issız ada yavrum burası? O masa, o sandalye, o ipek örtü nereden çıktı?
Ses Ciel'i hiç şaşırtmadı, hatta kafasını kaldırıp gökyüzüne bakmasına bile sebep olmadı. Sebby ise en çekici gülümsemesini gökyüzüne yönelterek:
-Biliyorsunuz ki ben şeytani bir uşağ-
Biz toz bulutu daha!
-Yav, he he! Kaç yıllık sloganı bana satıyor aklı sıra.. Gerçi her seferinde üstümde işe yarıyor ama. Yok, başka. Ve son. Vallahi son:
Güneş tepelerinde acımasızca parlarken Kaneki, iştahla ağzına doldurduğu et parçasından yüzüne gözüne bulaşan kan lekelerini kolunun tersiyle sildi. Yoktu, bu küçücük adada, birkaç palmiyeden, bolca kumdan, dalgaların kumları yıkadığı beyaz köpüklerden ve orada burada birkaç boş deniz kabuğundan başka hiçbir şey yoktu. Burada, bu adada yapayalnızdırlar. Hide'yle. Ve Kaneki o sırada dehşetle fark etti ki ağzına tıktığı bu et parçası Hide'nin butundan bir parçaydı-ÖĞ!
-Oha! Noldu ya! Kaneki bu kadar fütursuzca insan eti yeme aşamasına geldi mi ki? Ben animeyi 3. bölümde bıraktım. Ayrıca niye korku filmine döndü olay?
-Kes, kes, senin de bir şeyi becerebildiğin yok zaten!
-Sen kime beceriksiz diyorsun, oi!
-Gördük işte becerilerini! Reyting istiyorsun, aklına Orihime-çan gelmiyor!
-O şırfıntının adını ağzına alma benim yanımda!
-Peki ya Naruto? Hani bir Baruto-Salatalık fanfic'i yazacaktın!
-Sarada o! Salatalık değil!
-Yüzü turşu satıyor ama? Bence salatalık daha yakışıyor ona!
-Kapa çeneni! Sen ne anlarsın mangadan?
-Ben mi ne anlarım mangadan? Benim hayatım Şonen Jump okuyarak geçmiş bir kere! Sen bu âlemi keşfederken ben dönüyordum kızııığğğm!
-Ya bi' git!
-Hadi yazsana bir Vegeta fanfic'i! Yazamazsın dimi? Sıkar tabii. İzlemedin ki Dragon Ball'u?
-Ya, sus!
-One Piece de izlemedin! Kara cahil, bir de otakuyum diye geçinirsin!
-Ya yeter!
-Sen anca orda burda insanlara çemkir, twitter'da Gintama yok diye ağlan, ona buna spoiler dağıt ama sorsan gomu gomu nedir bilmezsin! Çakma otaku seni!
-Yahu benim gözüm senden başkasını mı görüyor?
Gintoki durdu, karşısında kıpkırımızı kesilmiş bu otuzundaki garip, sivilceli, tombul kıza birkaç saniye dik dik baktı. Sonra dudakları arasından bir "tçç!" sesi çıktı, "şaşkın ergen!" diye söylenip en yakın palmiyenin gölgesinde şekerleme yapmak için sallana sallana yürüdü gitti.
Güneş tepelerinde acımasızca parlarken Kuinşi dizlerindeki bilgisayara çaresizce gözlerini dikip yüzünün kızarıklığının geçmesini sabırla bekledi. Yoktu, bu küçücük adada, birkaç palmiyeden, bolca kumdan, dalgaların kumları yıkadığı beyaz köpüklerden, orada burada birkaç boş deniz kabuğundan, palmiyelerin birinden bir goril edasıyla çırılçıplak sarkmış, gemiler görür ümidiyle kıyafetlerini sallayan Kondo'dan, kuma gömdüğü ve sadece başı görünen Okita'nın üstünde ter ter tepinen Kagura'dan, sanki gezmeye gelmişler gibi dev egzotik bir bitkinin dev yapraklarından yaptıkları şemsiyenin altında tatlı tatlı söyleşen Otae ile Kyuubei'den, nasılsa kulağında kulaklıklarıyla bu adaya düşmüş, mutlu mutlu şarkılarını dinleyen Şinpaçi'den, kumlara uzanmış göbeğini kaşıyan Madao'dan, bir ağacın arkasında gizli gizli Gintoki'yi gözetleyen Saç-çan'dan başka hiçbir şey yoktu. Burada, bu adada yapayalnızdırlar. Hayatının animesinin karakterleriyle, Gintama'yla...
Ichimi
Monkey D. Garp
Alquimia
BİR BOYUTSUZUN ANILARI
Sıcak, ıslak, çok ışıklı... Gözlerim yanıyor acaba neden? Peki bu tatlı ürperti nedir? Rüzgar olmalı. Bu mükemmel koku ve ayaklarımı okşayan ılık su nedir? Okyanus. Ben böyle bir şey hatırlamıyorum. Mevsim yaz bile değil ki. Yoksa yaz mıydı? Gözlerimi yavaşça araladım, ışık hücum etti. Yanıyordum ama bu kadar kuvvetli hissetmemiştim güneşi. Dirseklerimin üstünde durup biraz etrafa bakmayı düşündüm, sandığımdan güç kalktım ve o an elimde bir şey olduğunu hissettim. Bu başka bir el. Benden daha beyaz, bembeyaz. Uzun parmaklar, uzun tırnaklı, siyah ojeli. Gözlerim hevesle yüzüne baktı yanımda yatan beyaz saçlı, genç yakışıklı bir surat. İnce yapılı bir vücut, çelimsiz dediğiniz türden. Peki neden elini tutuyorum? Tanımıyorum ki. Elimi hafifçe ondan çektim. Biraz daha doğruldum, yavaşça kalktım. Vücudum uzun bir uykudan kalkmış gibi zor hareket ediyordu. Burada ne kadar yattığımı bilmiyorum, kuruyan kumlar kalkmamla birlikte yavaş yavaş dökülüyor. Algılayabildiğim kadarıyla bu bir ada. Üzerimdeki kıyafetlerse bunu doğrular nitelikte, belli ki buraya planlı geldim fakat çevrede insan göremiyorum ve kumsalda baygın yatmama bir anlam veremiyorum. Kumlarda bata çıka ilerliyorum, kumun sertleştiğini hissettiğim yerde durup elini tuttuğum adama bakıyorum. Nefes alıyordu ama açıkçası ondan korktum. Masum bir yüze sahip olsa da korktum, hayatımda gördüğüm en yakışıklı adam olsa da korktum. Normalde böyle şeylere aldırmazdım, ben hep ilk görüşte aşık olurum, nasıl da pervasızımdır. ama burası farklı. Burası bildiğin ıssız ada. Nereye gitmem gerektiğini bilmiyorum. Derin bir nefes alıp ormana mı dalayım? Bu çok klişe değil mi? Bir rüya mı? Ah evet rüyadır. Yalnız ben kolay kolay uyanamam sizi uyarmalıyım. Rüya diye de hevesiniz kırılmasın, ilginç olabilir. Eh rüyaysa böceklerden ve vahşi hayvanlardan korkmam anlamsız ben buradan düz gideyim. "Beni arkada bıraktığına inanamıyorum, bu senin teşekkür etme biçimin mi?" dedi, sahildeki beyaz saçlı çocuk. Birden yanımda belirivermesiyle irkildim haliyle. Özür diler gibi baktı. Gri gözleri sevgi doluydu, ondan ürkmem dünyanın en saçma şeyiymiş gibi hissettim "Nereye gideceğini biliyor musun?" Başımı iki yana salladım. Bileğimden tuttu, itiraz etmeden peşinden sürüklendim. Güvenden değil de çaresizlikten işte, biraz da merak. Hayalimin tam aksi bir ormandı ya da girişi pek de vahşi değildi, çok geçmeden de bir patika gördük. Acaba burada ne kadar kalmıştı ki? Bu bayağı uğraşılmış bir patika. Onun arkasından şöyle bir bakıyorum da birine benziyor sanki. Bir dakika, size tarif ettiğim bu adam Kaneki Ken? "Kaneki?" ağzımdan kaçıverdi, durmadan devam etti. "Adın nedir?" diyebildim en sonunda. "Ah afedersin, ben Alfa". Arkasını dönmedi. Ağzımı açmak üzereyken bileğimi yavaşça bıraktı. Geldik. Gördüklerime inanamadım, burada küçük bir köy var. "Kane...ay Alfa! Bu insanlar?" Gördüklerimi anlatayım; tek tek sayamadım ama on kadar insan, bilmiyorum onları insan olarak seçemiyorum bende garip bir his oluşturdular gördüğümde. Ayırt edilebilir tek yanı yüz ifadeleri. Kesinlikle! Tam karşımdaki bıkmış biri, onun yanındaki şaşırmış; şaşkının solundaki özlediği birine bakıyormuş gibi. Bunu size nasıl anlatsam bilemiyorum. Ve küçük adanın el verdiği ölçüde yapılabilecek en güzel kulübeler var. "Ai, bir misafirin var!" Kulübelere dalmış bakarken, Alfa yüzünde en sıcak ifadeye sahip olan güzeller güzeli bir kıza beni işaret etti. Büyüleyici biri... Bu da kim böyle? Adına Ai dediği kız adeta bir tanrıçaydı. Bana uzaktan gülümseyip uçar gibi hafif adımlarla yanıma geldi. Yakından da öyle güzeldi ki! Ben Ai'ye dalgın dalgın bakarken Alfa yorgunluk, uyumak,yol vs. gibi şeylerden bahsediyordu. Sahiden halsizdim hala; burası neresi, bana ne oldu, Alfa beni tanıyor gibi neden konuşuyor... Ah bilmiyorum. Ai beni kabul ederse misafiri olabilirim, öyle ki kibarlık bile edemeyeceğim sadece sonsuz bir minnet duyabilirim şu anda ona.
O geceden hatırladığım koca bir hiç. Zihnim oldukça bulanık, kalktığımda kendimi oldukça dinç hissettim. Çok mu uyumuştum acaba? Kendimi öyle bir unutmuşum ki; nerede olduğumu anlamam için kalıp biraz gezinmem gerekti. Ai'nin kulübesindeydim ve Alfa... Alfa!? Alfa nerede? O bana kesinlikle cevap verir. O heyecanla dışarı fırladım, ah gece! Kapkaranlık ve soğuk hava. Geldiğimde aydınlık ve sıcacıktı. Gözlerim yavaş yavaş karanlığa alıştığında, ay ışığının da yardımıyla bir kaç metre ileride ağaca yaslanmış eliyle dumanı yönlendiren bir adamı gördüm. Alfa'nın arkadaşlarından biri galiba. Zar zor seçiyorum, bu adam sigara içiyor! Biraz daha yaklaştım, beni fark etti. Elini hafifçe aşağıya kaydırdı, kaygı duyuyor gibi değildi ama sigarası bitmediği halde ondan kurtulmak ister gibi bir hali vardı. Benim ona yaklaşmam onu huzursuz mu etti acaba? Belki de bir kaç şey söylesem... "Merhaba,ben şey ben adaya yeni geldim de haha tabi ki isteyerek değil, Alfa beni buraya getirdi. Siz de burada mahsur kalan birisiniz galiba?" İsmimi söylemek üzereydim ama bekleyin, tuhaflıklar silsilesi bilmem kaçıcı perde! İsmimi hatırlamıyorum! Bu tuhaflığı tabi ki de yeni tanıştığım bu adama fark ettirmedim. Konuşmamdan cesaret alarak ona biraz daha yaklaştım. Anda altın sarısı meydan okuyan gözlerini ve alev kırmızısı saçlarını gördüğümde zihnime bir şey hücum etti. Yanımdaki ağaca yalpalayarak zar zor tutundum, nedenini bilmiyorum. Bu hücum eden her neyse beynimi büküyor adeta, titriyorum, vücudum kontrolümden çıkıyor. Daha fazla bir şey söyleyebilir miyim size bilmiyorum! Tek bildiğim, yer bana çok yakın...
Merhaba ben Alfa, size artık gerçeği anlatabilirim sanıyorum. Önümde titreyerek ağlayan, bir eliyle düşmemek için yanındaki ağaçtan destek alan diğeriyle başını kavramış ne yapacağını bilemez halde acı çeken bu kız da Teta. Bu onun gerçek adı değil tabi, benimkinin Alfa olmaması gibi. Bizim gibilerin gerçek adı olmaz zaten. Bizim gibiler derken açıklayayım; biz psişik polisleriz. Doğarken psişik güçlerle doğarız ve tarayıcı psişikler dediğimiz kişiler açığa çıkan bu güçleri seçerek bizi acımadan bulurlar. Ailelerimizden alınırız. Devletlerin gizli projeleri olarak özel eğitimlerden geçeriz amacımız ruhsal dünyayı kontrol etmek. Biraz daha açmak gerekirse; madde dünyasında yasalar olduğu gibi ruhsal dünyanın da yasaları vardır. Bu yasalara karşı gelen herhangi bir varlığa, yapılan kadim anlaşmalar ve temel evren yasaları çerçevesinde yaptırımlar uygulanır biz de bunların aracıyız. Teta ve benim durumuma dönecek olursak... Ben dünyanızı kandırdım. Aslında ben değil kötü niyetli bir tarayıcı psişik tarafından kandırıldınız. Çünkü ben dünyanın psişiği olacak bir varlık değilim. Ben boyutsuz bir varlığım yani insan değilim dünyaya ait değilim. Ayrıca bedenlerden nefret ederim, kısıtlandığımı düşünüyorum fakat siz insanlarla iletişim aracım bu. Eskiden kendimi saklamak için beni dünyada alıkoyan şeylere boyun eğmiştim ama artık bir korkum yok, bir tarafım yok. Teta benim çocukluk arkadaşım, tek arkadaşım, o benim kimliğimi açığa çıkardığından beri özgürüm aslında! Korkacak bir şeyim kalmadı, anlıyor musunuz? Ama bu kız aynı zamanda sürekli karşımda bulduğum bir düşman. "Galiba yolun sonundasın ha Teta?"Yavaş yavaş toparlanıyor gibiydi. Onun tanrısına gerçekten isyan ediyorum, neden o gerçek beni bilmek zorundaydı ki? Neden Teta olmak zorundaydı? Adanın gecesi kadar siyah gözlerini görebiliyorum beyaz teninde siyah bir inci gibiler, onlar hep böylelerdi. Bir daha görebilecek miyim onları?
"Öyle mi dersin? Ne yapmaya çalıştığını anlayınca gerçekten hayal kırıklığına uğradım çünkü beni tanımıyormuş gibi davranıyorsun! İnsanlığımı araya koyarak bir seçim yapmamı istedin öyle mi? Peki onları tek tek öldürebilirsin hadi insanlığımı yok et! Anlamadım mı sandın?" Başını çevirip bir küfür etti, tam duyamadım fısıltı gibiydi. O böyle şeylerden nefret eder ama yaptıysa kızgın olmalı, gerçekten. İtiraf edeyim beni şaşırttı! Bu adanın bir ilüzyon olduğunu anlardı elbette ama insanların onun duygularının cisimlenmiş hali olduğunu anlaması...vaov!
"Öncelikle anılarını bu kadar çabuk alabilmene şaşırdım, evet Ai ve diğerleri aslında bu adada kalakalmış insanlar değiller, bu ruhun, bedenin ve onlar sensin! Ve bu "an" da seninle son karşılaşmam olacak..." Peşimden gelmemeni söylemiştim, güvende olmanı istemiştim, lanet olsun sadece istediğimi yapmak istemiştim! Bunları yaparken incinmeni istemedim! Bunları düşünürken gözümün ortasına bir yumruğu yemiştim bile. Ben ne istiyorum ki? Teta'ya karşılık verebilir miyim cidden? Ve karnıma sert bir tekme! Ve sırtıma çarpan sert yüzey, sevgili yer küre! Tekmeler, yumruklar,seri sert hareketler... "bu kadar erken toparlanmanı beklemiyordum" Beklenen son, Teta beni yere yatırmış bileklerimden tutup hareket etmemi engelliyordu. Dahası zaten hareket etmek gibi bir niyetim yoktu. Tependen bakışlarıyla devam etti. "Bugün de Mikoto Suoh olmuşsun! O adama zaafım var pislik! Güçlü vuramadım!" "Güçlü vuramadın?" Bileğimin kontrol edebildiğim tarafıyla yumruklarının etkisiyle yüzümde olmuş olması muhtemel morlukları işaret ettim. "Zahmet edip bana böyle bir sahne hazırlamışsın tamam da neden düzgünce mücadeleye girmiyorsun Alfa? Bunu hakaret kabul edip daha da sinirleniyorum. Duygularım değerliler ama insan olarak var olmanın bir çok sebebi var!" Ellerimi bıraktı. Derin bir nefes alıp ellerini başının altına koyup yanıma uzandı. " Onlar hala benim parçam olduğu için hissediyorum, yaşıyorlar. Duygularımı öldürmemişsin." Son cümlesini gülerek söyledi. "Peki sen neden bana direkt bir zihinsel saldırı yapmıyorsun?" Fark etmeden fena halde kaşlarımı çattığımı fark ettim, insan bedeni ne tuhaf şey! Teta'yı buraya tutsak etmemin sebebi apaçık ondan kurtulmak istememdi ya da gitmeden onu son kez görmek istemem... Neler diyorum böyle? Yüzünü bana doğru döndü ben de ona doğru döndüm. Ona uzun zamandır bu kadar yakın olmamıştım. "Hey Alfa, sen bildiğim bir çok insandan daha insansın." Dudaklarının aynı anda yukarı kıvrılması bana tuhaf bir şey yaptı. Tuhaf bir şey işte anladınız mı? Dirseğini kuma geçirip destek aldı, ayağa kalktı.Arkası dönük ama sesi gürdü. "Nasıl yaşarsan yaşa, mutlu yaşa tamam mı? Sana güveniyorum!" "Ah demek çıkış yolunu buldun!" "Buldum, insanlarımı alıp gideceğim bir itirazın var mı?" "Ben... hayır yok, git buradan" "Öyleyse hoşçakal Alfa..."
Silvers Rayleigh
KIZIL
Uçurumun kenarında yayvan bir kayanın üstüne oturdu.Adadaki en iyi manzaralı yer burasıydı.Boşlukla arasında ancak bir adım kadar mesafe vardı.Aşağıya baktı.Sonunu göremedi.
Umursamadan kafasını kaldırdı.Güneş batıyordu.Güneş batarken oluşan loş kızıl manzara,bu adanın hoşuna giden tek özelliğiydi.Zehra'yı hatırlatıyordu ona.Tam bir çapkın olmasına rağmen Zehra'nın yeri ayrıydı onda.Her hafta başka kadınla gittiği pavyonda gözlerini Zehra'dan alamazdı.Rengarenk sahne ışıkları altında kıpkızıl saçlarıyla süzülürken Zehra göz kırpmıştı ona birgün.Belki birgün daha göz kırpar diye hastalık,iş,güç bahane etmeksizin her hafta aynı masada dinlerdi Zehra'yı.Her şarkısının başında bir sigara yakar,sigaranın her nefesinde gözlerini kısar,Zehra'nın gözlerine dalardı bir işaret için.Uçak kazasından beri hasretti pavyona.
Mavi rengi iyice soluklaşmış,buruşuk kot gömleğinin cebinden son sigarasını çıkardı.Pavyona giderken hep canti giyinirdi ama burada bulabildiği en iyi şey buydu.Bu önemli güne sağ diz bölgesi yırtık,rengi atmış lacivert kot pantalonun üstüne bu gömleği giyerek hazırlanmıştı.Gözlerinin önünü kapatan saçlarını beş dişi kalmış bir tarakla zar zor da olsa arkaya doğru taramış,ön tarafından patlak vermiş siyah spor tarzda kışlık ayakkabılarını deniz suyuyla olabilidiğine temizlemişti.
Yavaş yavaş ağzına götürdü sigarayı.Her saniye ile birlikte yüreğinde artan bir isteksizlik vardı.Hayatında ilk defa yapacağı bir şeyin pişmanlığını öncesinden yaşıyordu.Sanki birileri çıkıp gelecek ve ona kızacakmış gibi hissediyordu.İmkansızlığa güldü.
İki tane kibrit çöpünü aynı anda ateşleyip sigarasını yaktı.Kibrit kutusunu yana attı.Zehra'yı görmek için gittiği pavyona götürdüğü kızlara da böyle davranıyordu.Bugüne kadar el üstündeydiler ama artık hiçbir önemleri kalmamıştı.
Sigarasından derin bir nefes aldı.En son ne zaman böyle bir nefes aldığını hatırlamıyordu.Bu adada en aydınlık,temiz havada bile karabulutların altındaymış gibi hissediyordu.Spor yapan astım hastaları gibi nefes almakta zorlanıyordu artık.Yağmur yağdığında bir ağaç kovuğuna girip ağlıyor,şimşek çakarken boğulurmuşçasına gözleri yuvalarından dışarı çıkıyordu.
Sigaradan bir nefes daha aldı.Bu sefer az çekti.Zamanının geldiğini bilse de içinden bir parça bitmesini kabullenemiyordu.Adaya ilk düştüğünde de böyleydi.Adayı karış karış defalarca turlamış olmasına rağmen ıssızlığı kabullenememişti.Karnı acıktığında hayvanları avlamak zorunda olduğunu kabullenmesi de epey zaman almıştı.O gün Zehra'nın ona değil de arka masadakine göz kırptığını ise asla kabullenememişti.
Sigaradan küçük bir nefes daha çekti.Pişmanlığın yanına korku da katıldı bu sefer.Bu değişik bir korkuydu.Korkusuz bir erkek olmadığını kendi de biliyordu.Bu sefer farklıydı ama.Ne küçüklüğünde babası döverken yaşadığı korku,ne de uçağı düşerken yaşadığı korkuydu bu.Bu sefer kendi ipini kendisi çekiyordu.
Sigaradan bir nefes daha çekti.Kalp atışları iyice hızlanmıştı.Dizleri titriyordu.Dizlerinin titremesini kendine yakıştıramadı.Adada defalarca vahşi hayvanlara karşı savaşmıştı.Bir keresinde ufak da olsa bir kaplanla dalaşa girip,elindeki tek rambo bıçağıyla onun hakkından gelmişti.O durumda bile dizleri titrememişti.Dizlerinin korkudan titrediğini sanıyordu.Esas sebebi ise çaresizlikti.
Batmak üzere olan Güneş'e bakıp gülümsedi.Bu kızıl onu hep sakinleştirirdi.Adadaki ilk sigarasını da Güneş'in bu haline bakarak içmişti.İlk sigarasını içerken de Zehra'yı sayıklıyordu.O gün ile bugün arasındaki tek fark gözleriydi.Bir insanın gözlerine bakarak sevgiyi,neşeyi,hüznü görebilen biriydi.Eğer bugün kendi gözüne baksaydı,ölümü görürdü.Gözleri artık ölü bakıyordu.
Gözlerini kısarak sigarasını derin derin içmeye devam etti.Tıpkı eski günlerdeki gibi.Her dumanla birlikte Zehra'nın farklı bir şarkısını dillendirdi.Güneş ufuktan parladıkça Zehra'nın ona göz kırptığını düşünüyordu.Zehra'yı Güneş,Güneş'i Zehra yapmıştı.Adada bir süredir çıldırmanın eşiğinde,yalnızlığını ancak böyle baltalayabiliyordu.
Sigarasından son dumanı çekerken sakinleşmişti.Aklından binlerce düşünce akıyordu ama hiçbirini yakalayamıyordu.Şehrin karmaşasını ve adanın sakinliğini aynı anda hissetti.En büyük hasmına duyduğu nefreti ve en yakın dostuna duyduğu sevgiyi aynı anda hissetti.Tüm hayatını bir anda baştan yaşıyor gibiydi fakat odaklanabildiği tek bir düşünce bile yoktu.
Yavaşça ayağa kalktı.Adaya ilk düştüğünde ümitliydi.Her ay bir sigara içerek bir paket sigarası bitmeden kurtulma planları yapıyordu.Yirmi kişilerdi ve yirmi adet sigarası vardı.Hoş tesadüftü.En azından ümitli olduğu zamanlar böyle düşünüyordu.Şimdi koskoca adada yalnızdı.Son sigarası da bitmişti.
Parmaklarını gevşeterek izmariti olduğu yere bıraktı.Artık hiçbir dayanağı kalmamıştı.Tüm o insanları tek tek hatırladı.Sanki hiçbiri ölmeyecekmiş gibiydi.Hastalığa yenilenler,hayvanlar tarafından öldürülenler,zehirli bitkiler yiyenler..Gözlerinden yaşlar döküldü. Uçak kazasından önce hiçbirini tanımıyordu fakat şimdi herbiri için ailesi gibi üzülüyordu.Onlarla endişelerini,korkularını,hayallerini paylaşm
SanJi
Spoiler:
Kokteyl
Dalgaların hoyratlığı azaldı. Ortalık hafiften kararmaya başladı. Denizin soğuk esintisine uyandım. Beliren yıldızlardan başka gözle görülür bir ışık kaynağı yoktu etrafta. Gece karanlığı çöküyordu ve survivor adası çakması bir adaya doğru yollanıyorduk. Her şey forum halkının Ercan’ın üzerine gelmesiyle başlamıştı…
“Sürekli müzik, kitap, alıntı, şekilli söz yazıyorsun, biraz değiştir şu yazılarının formatını.” Tarzı uyarıları çok yanlış anlayan Ercan, artık haftada bir buluşma başlığı açıyor ve her gün bu başlıklara yazıyordu. Dinlediği şarkıları da buraya yazmaya başlamıştı. “Gelin size bu şarkıları açacağım!” gibisinden. Sere bile buna engel olamıyordu. Kural ihlali yapıyor sayılmazdı çünkü. Forumca kenetlenmiş, Ercan’a yaptığı yanlışı anlatma çabasına girişmiştik. Buna bir çözüm bulmak için bir konsey oluşturuldu ve konuyla ilgili görüşme düzenlendi. Ercan Kongresi’nin sonuçları şu şekildeydi:
1- Mesele yüz yüze görüşülecek.
2- Görüşme Antalya’da olacağı için (Ercan buluşma mekanı olarak hep kendi barını yazardı.) heyet tarafından bir grup tayin edilecek, bu grubun tüm masrafları forum halkı tarafından karşılanacak.
3- Kaba kuvvete başvurulmayacak.
4- Görevin gerçekleştirilmesi için 6 kişi seçilecek. İsteyen gönüllü olarak katılabilir, lakin sayı 6’yı bulmazsa heyet toplanıp kalanları seçecek.
Kongre sonuçları açıklanır açıklanmaz Marisa ve Vinnie gönüllü oldu. Enel ve ben de konuşup anlaştık, bu iş için uygun olduğumuza karar verdik. 4 kişi tamamdı lakin başka kimse gönüllü olmak istemiyordu. Herkes öylesine bıkmıştı ki Ercan’dan, yüzünü görmeyi bırakın forumda ismini görmeye bile tahammül edemiyordu millet. Bu durumda konsey tekrar toplandı ve oylama yapıldı, heyet başkanı Quincy seçilen iki kişiyi açıkladı; Faust ve hoppalapaşam. Engin kültür birikimiyle tüm forumun polemiğe girmekten kaçındığı Faust, Ercan’ı rahatça madara edebilirdi. Yerinde bir seçimdi bu. Faust’u forum tarihinde bir tartışmada alt eden tek kişi hoppala paşam ise bu iş için biçilmiş kaftandı. Böylece Ercan Kardeşliği oluşturulmuş oldu.
Ercan öncesi buluşup toplandık ve planı tekrar gözden geçirdik. Herkes Quincy’den aldığı imla hatasız direktiflere çalışarak gelmişti. İşimizi ciddiye alıyorduk. Eğer Ercan’ı hafife alırsak vaziyet vahim olabilirdi. Forumun kaderi kardeşliğin ellerindeydi.
Buluşma başlığında saat 2’de toplanılacağı yazıyordu. Belirtilen saate uyup davete icabet ettik. Erco bizi hoş karşıladı. Hepimize özel kokteylinden ikram etti. Kırmadık tabii içtik.
Enel ve ben buraya geliş sebebimizi unutup Ercan’ın müthiş kokteyline abanmıştık. Paşayla Faust’un uyarılarına rağmen ikinci şişeyi yuvarlamış, Ercanla kanka olmuş, “Şu an ne dinliyorsunuz?” başlığına üç ayrı hesaptan aynı şarkıyı yazıyorduk. Ercanlaşmaya başladığımızın farkında değildik. Ama etrafta olan bitenin farkındaydık. Vinnie, Marisa, Paşa ve en son Faust bayılmıştı. Kokteylden bir bardak içenler tek tek uçtu. Biz de uçmak üzereydik. Çok içtiğimiz için herhalde Ercan’ın ilacı bize geç tesir ediyordu. En son hatırladığım, Ercan’ın düşünceler başlığına yazdığı yazıydı: “Cin olmadan adam mı çarpıyonuz ”
Ve işte teknedeyiz, elimiz kolumuz bağlı. Ercan bizi survivor çakması bir adaya doğru götürüyor. Olan bitenin farkına varmaya çalışıyorum hala. Marisa, Enel ve Faust’un üzerinde mavi, kalanımızın üzerinde kırmızı forma vardı. Sanırım Ercan’ın ütopyasını canlandıracaktık. Bu ütopyada Erco, Acun olmak istiyordu. Bize Survivor Forum’u yaşatacaktı.
Kaslı vücuduyla hepimizi rahatlıkla kumsala taşıdı. Yalnız son olarak Enel’i taşırken fark ettim ki bacaklarını okşadı. Enel utanmasın diye ses etmedim ama bunu eve döndüğümde foruma yazacaktım. Kardeşliğin ortasına bir bıçak attı ve hızla tekneye yöneldi. Ama o ana kadar farkına varamadığım bir gözü dönmüşlükle Marisa ve Vinnie Ercan’ın üzerine çullandı elleri bağlı bir vaziyette. Biz de onların üzerine çullandık. Bir anlık yılbaşında taksim enstantanesinin ardından herkes Ercan’a kafa atmaya başladı. Kafalarımızın acısına aldırmadan deli gibi vuruyorduk. Ağzıyla gözü yer değiştirmiş, kan revan içinde kalmıştı garip. Faust durun komutu vermesine rağmen Marisa ve Vinnie Ercan’ın kulaklarını ısırmıştı, bırakmıyorlardı.
-“Durun bi’. Bırakın önce elimizi kolumuzu çözelim, sakinleşelim. Sonra ne yapacağımıza karar veririz.” Dedi paşa.
Ercan’a olan hıncımızdan elimizin kolumuzun bağlı olduğunu unutmuştuk. Paşa bizi kendimize getirmişti. Derhal bıçağı alıp Enel’in iplerini kesmeye giriştim. İki şişe içtikten sonra hala tam ayılabilmiş değildim. Hangi akla hizmet almıştım bıçağı elime? Zaten ortalık kararmıştı, bir şey göremiyordum. Ama artık bıçağı bırakamazdım. Büyük Sanji’nin bir itibarı vardı forumda. Buradaki insanlar bana saygı duyuyordu, bu yüzden başladığım işi bitirmeliydim. N’olursa olsundu ve olmuştu. Enel’in parmağını yardığımı hissediyordum. Elimin yumuşak bir dokuyu kestiğini fark ediyordum lakin enteresan bir şekilde Enel ses etmiyordu. O da alkolün etkisindeydi hala ve her yeri uyuşuktu, bir şey hissetmiyordu. Ses etmeyince ben de kesmeye devam ettim. Enel’in elleri çözüldü. Elleri çözülen kişi rahat rahat diğerlerini çözebilirdi. Bıçağı tuttuğu elinde dört parmak vardı. Kafası güzel olduğundan fark etmedi bunu, benim iplerimi çözdü. Bu kafayla bile cerrah gibi bıçak kullanıyordu, tek hamlede çözmüştü.
Diğerleri kopan parmağı fark edip sakladılar ve çaktırmadan Enel’in elini sardılar.
Herkes serbest kalınca görev dağılımı yaptık. Marisa, Vinnie ve Faust tekneye gidecekti. (Mari ve Vini Ercan’ın yanında kalırlarsa kötü şeyler olabilirdi) Kalanlar da Ercan’ın başında bekledik.
Enel’i pişpişliyordum uyuması için. Parmağını görmesini istemiyordum. Paşa da pür dikkat Ercan’ı izliyordu. Kısa sürede döndü diğer üçlü. Faust hemen açıklama yaptı:
-“Size bir iyi bir de kötü haberim var. Kötü haber, teknenin yakıtı bitmiş. İyi haber, teknede bir haftalık erzak var.”
-Yakıt yoksa Erco neden bizi buraya getirmiş olabilir arkadaşlar? Dedi paşa. Mantıklı adamdı. Ayrıca benim Ercan’a taktığım lakabı beğenmişti. Buna sevinmiştim. Bu soru benim Ercan Ütopyası teorimi açıklamam için iyi bir fırsattı.
-Abi bence bu herif bize survivor yaptıracaktı. İşte ödül oyunlarında falan bu erzağı dağıtacaktı. Yakıtının olmaması da bu adamın ıssız olmadığına delalettir. Bu herifi ağaca bağlayalım ve başında iki kişi beklesin. Kalanlar da adayı araştırsın, ne dersiniz?
-İyi fikir Sanji, ama etraf kapkara, hele bir sabah olsun bakarız. Şimdi kamp kuralım. Dedi faust. O da mantıklı adamdı.
Diğerlerinin de onayıyla öneri kabul edildi. Teknede üşüdüğümüz halde ada serin değildi. Bu yüzden havlularımızı serip uyumaya koyulduk. (E madem Antalya’ya geliyoruz biraz da keyfini çıkarırız dedik.) Marisa ve Vinnie nöbet için gönüllü olmak istediler ama kabul etmedik. Her şeye rağmen Ercan’ın hayatından endişeliydik.
Sonra Ercan uyandı. Her şey aslında onun rüyasıymış =)))))))))
Dalgaların hoyratlığı azaldı. Ortalık hafiften kararmaya başladı. Denizin soğuk esintisine uyandım. Beliren yıldızlardan başka gözle görülür bir ışık kaynağı yoktu etrafta. Gece karanlığı çöküyordu ve survivor adası çakması bir adaya doğru yollanıyorduk. Her şey forum halkının Ercan’ın üzerine gelmesiyle başlamıştı…
“Sürekli müzik, kitap, alıntı, şekilli söz yazıyorsun, biraz değiştir şu yazılarının formatını.” Tarzı uyarıları çok yanlış anlayan Ercan, artık haftada bir buluşma başlığı açıyor ve her gün bu başlıklara yazıyordu. Dinlediği şarkıları da buraya yazmaya başlamıştı. “Gelin size bu şarkıları açacağım!” gibisinden. Sere bile buna engel olamıyordu. Kural ihlali yapıyor sayılmazdı çünkü. Forumca kenetlenmiş, Ercan’a yaptığı yanlışı anlatma çabasına girişmiştik. Buna bir çözüm bulmak için bir konsey oluşturuldu ve konuyla ilgili görüşme düzenlendi. Ercan Kongresi’nin sonuçları şu şekildeydi:
1- Mesele yüz yüze görüşülecek.
2- Görüşme Antalya’da olacağı için (Ercan buluşma mekanı olarak hep kendi barını yazardı.) heyet tarafından bir grup tayin edilecek, bu grubun tüm masrafları forum halkı tarafından karşılanacak.
3- Kaba kuvvete başvurulmayacak.
4- Görevin gerçekleştirilmesi için 6 kişi seçilecek. İsteyen gönüllü olarak katılabilir, lakin sayı 6’yı bulmazsa heyet toplanıp kalanları seçecek.
Kongre sonuçları açıklanır açıklanmaz Marisa ve Vinnie gönüllü oldu. Enel ve ben de konuşup anlaştık, bu iş için uygun olduğumuza karar verdik. 4 kişi tamamdı lakin başka kimse gönüllü olmak istemiyordu. Herkes öylesine bıkmıştı ki Ercan’dan, yüzünü görmeyi bırakın forumda ismini görmeye bile tahammül edemiyordu millet. Bu durumda konsey tekrar toplandı ve oylama yapıldı, heyet başkanı Quincy seçilen iki kişiyi açıkladı; Faust ve hoppalapaşam. Engin kültür birikimiyle tüm forumun polemiğe girmekten kaçındığı Faust, Ercan’ı rahatça madara edebilirdi. Yerinde bir seçimdi bu. Faust’u forum tarihinde bir tartışmada alt eden tek kişi hoppala paşam ise bu iş için biçilmiş kaftandı. Böylece Ercan Kardeşliği oluşturulmuş oldu.
Ercan öncesi buluşup toplandık ve planı tekrar gözden geçirdik. Herkes Quincy’den aldığı imla hatasız direktiflere çalışarak gelmişti. İşimizi ciddiye alıyorduk. Eğer Ercan’ı hafife alırsak vaziyet vahim olabilirdi. Forumun kaderi kardeşliğin ellerindeydi.
Buluşma başlığında saat 2’de toplanılacağı yazıyordu. Belirtilen saate uyup davete icabet ettik. Erco bizi hoş karşıladı. Hepimize özel kokteylinden ikram etti. Kırmadık tabii içtik.
Enel ve ben buraya geliş sebebimizi unutup Ercan’ın müthiş kokteyline abanmıştık. Paşayla Faust’un uyarılarına rağmen ikinci şişeyi yuvarlamış, Ercanla kanka olmuş, “Şu an ne dinliyorsunuz?” başlığına üç ayrı hesaptan aynı şarkıyı yazıyorduk. Ercanlaşmaya başladığımızın farkında değildik. Ama etrafta olan bitenin farkındaydık. Vinnie, Marisa, Paşa ve en son Faust bayılmıştı. Kokteylden bir bardak içenler tek tek uçtu. Biz de uçmak üzereydik. Çok içtiğimiz için herhalde Ercan’ın ilacı bize geç tesir ediyordu. En son hatırladığım, Ercan’ın düşünceler başlığına yazdığı yazıydı: “Cin olmadan adam mı çarpıyonuz ”
Ve işte teknedeyiz, elimiz kolumuz bağlı. Ercan bizi survivor çakması bir adaya doğru götürüyor. Olan bitenin farkına varmaya çalışıyorum hala. Marisa, Enel ve Faust’un üzerinde mavi, kalanımızın üzerinde kırmızı forma vardı. Sanırım Ercan’ın ütopyasını canlandıracaktık. Bu ütopyada Erco, Acun olmak istiyordu. Bize Survivor Forum’u yaşatacaktı.
Kaslı vücuduyla hepimizi rahatlıkla kumsala taşıdı. Yalnız son olarak Enel’i taşırken fark ettim ki bacaklarını okşadı. Enel utanmasın diye ses etmedim ama bunu eve döndüğümde foruma yazacaktım. Kardeşliğin ortasına bir bıçak attı ve hızla tekneye yöneldi. Ama o ana kadar farkına varamadığım bir gözü dönmüşlükle Marisa ve Vinnie Ercan’ın üzerine çullandı elleri bağlı bir vaziyette. Biz de onların üzerine çullandık. Bir anlık yılbaşında taksim enstantanesinin ardından herkes Ercan’a kafa atmaya başladı. Kafalarımızın acısına aldırmadan deli gibi vuruyorduk. Ağzıyla gözü yer değiştirmiş, kan revan içinde kalmıştı garip. Faust durun komutu vermesine rağmen Marisa ve Vinnie Ercan’ın kulaklarını ısırmıştı, bırakmıyorlardı.
-“Durun bi’. Bırakın önce elimizi kolumuzu çözelim, sakinleşelim. Sonra ne yapacağımıza karar veririz.” Dedi paşa.
Ercan’a olan hıncımızdan elimizin kolumuzun bağlı olduğunu unutmuştuk. Paşa bizi kendimize getirmişti. Derhal bıçağı alıp Enel’in iplerini kesmeye giriştim. İki şişe içtikten sonra hala tam ayılabilmiş değildim. Hangi akla hizmet almıştım bıçağı elime? Zaten ortalık kararmıştı, bir şey göremiyordum. Ama artık bıçağı bırakamazdım. Büyük Sanji’nin bir itibarı vardı forumda. Buradaki insanlar bana saygı duyuyordu, bu yüzden başladığım işi bitirmeliydim. N’olursa olsundu ve olmuştu. Enel’in parmağını yardığımı hissediyordum. Elimin yumuşak bir dokuyu kestiğini fark ediyordum lakin enteresan bir şekilde Enel ses etmiyordu. O da alkolün etkisindeydi hala ve her yeri uyuşuktu, bir şey hissetmiyordu. Ses etmeyince ben de kesmeye devam ettim. Enel’in elleri çözüldü. Elleri çözülen kişi rahat rahat diğerlerini çözebilirdi. Bıçağı tuttuğu elinde dört parmak vardı. Kafası güzel olduğundan fark etmedi bunu, benim iplerimi çözdü. Bu kafayla bile cerrah gibi bıçak kullanıyordu, tek hamlede çözmüştü.
Diğerleri kopan parmağı fark edip sakladılar ve çaktırmadan Enel’in elini sardılar.
Herkes serbest kalınca görev dağılımı yaptık. Marisa, Vinnie ve Faust tekneye gidecekti. (Mari ve Vini Ercan’ın yanında kalırlarsa kötü şeyler olabilirdi) Kalanlar da Ercan’ın başında bekledik.
Enel’i pişpişliyordum uyuması için. Parmağını görmesini istemiyordum. Paşa da pür dikkat Ercan’ı izliyordu. Kısa sürede döndü diğer üçlü. Faust hemen açıklama yaptı:
-“Size bir iyi bir de kötü haberim var. Kötü haber, teknenin yakıtı bitmiş. İyi haber, teknede bir haftalık erzak var.”
-Yakıt yoksa Erco neden bizi buraya getirmiş olabilir arkadaşlar? Dedi paşa. Mantıklı adamdı. Ayrıca benim Ercan’a taktığım lakabı beğenmişti. Buna sevinmiştim. Bu soru benim Ercan Ütopyası teorimi açıklamam için iyi bir fırsattı.
-Abi bence bu herif bize survivor yaptıracaktı. İşte ödül oyunlarında falan bu erzağı dağıtacaktı. Yakıtının olmaması da bu adamın ıssız olmadığına delalettir. Bu herifi ağaca bağlayalım ve başında iki kişi beklesin. Kalanlar da adayı araştırsın, ne dersiniz?
-İyi fikir Sanji, ama etraf kapkara, hele bir sabah olsun bakarız. Şimdi kamp kuralım. Dedi faust. O da mantıklı adamdı.
Diğerlerinin de onayıyla öneri kabul edildi. Teknede üşüdüğümüz halde ada serin değildi. Bu yüzden havlularımızı serip uyumaya koyulduk. (E madem Antalya’ya geliyoruz biraz da keyfini çıkarırız dedik.) Marisa ve Vinnie nöbet için gönüllü olmak istediler ama kabul etmedik. Her şeye rağmen Ercan’ın hayatından endişeliydik.
Sonra Ercan uyandı. Her şey aslında onun rüyasıymış =)))))))))
yuno
Spoiler:
ISSIZ BİR ADADA YAŞAM
"Japonya'daki katillerin,suçluların nedeni bilinmeyen bir şekilde gerçekleşen ölümleri sona erdi. Son birkaç aydır Kira'dan haber alamıyoruz."
L, şaşkın bir şekilde televizyona bakıyordu. Cidden, uzun süredir tek bir kalp krizi veya ona benzeyen bir ölüm gerçekleşmemişti. Cidden, Kira nereye gitmişti? L'nin hemen yanında bulunan Light da en az L kadar şaşkındı. Bir zamanlar Kira kendisiyken, şimdi sakin bir hayat sürmek için ölüm defterinin sahipliğinden vazgeçmişti. Tabii, şimdi olanları hatırlamıyordu. Birden, L'nin bağırışıyla kendine geldi:
"Hep bugünü beklemiştim! Kira ortadan kayboldu, değil mi? O zaman burada durmamız, var olmayan birini yakalamaya çalışmamız da çok saçma! Tatile gidiyoruz!"
Watari bile L'nin bunları söylemesine oldukça şaşırmıştı:
"Ama... Bu, Kira'nın bize kurduğu bir tuzak olamaz mı?" dedi. L sorulan soruyu görmezden gelerek Light'ı peşinde sürüklerken:
"Watari, burası sana emanet. Tschüss!" dedi. L ile Light giderlerken Watari hala arkalarından şoka girmiş bir vaziyette bakıyordu.
----
Near birdenbire kendisinin, Mello'nun, Light'nun, L'nun ve Misa'nın olduğu büyük, görkemli bir gemide kendisini bulunca ne yapacağını bilememişti. Durmadan "Saçma." deyip duruyordu. Pijamalarıyla yere tüneyip, bir yap-bozu tekrar tekrar bitirmeyi şimdiden özlemişti. Yanına yaklaşan Mello'yu görünce başını başka tarafa çevirdi. Mello, yine de adımlarını sıklaştırarak onun yanına vardı ve:
"Hey, burada olmak istemediğini biliyorum, Near." dedi çikolatasından bir ısırık alarak.
"Eee, ne yapmamı bekliyorsun o zaman?"
Sorusu karşılıksız kalmıştı. Adaya varmışlardı.
----
"L, nereye geldiğimizi biliyor musun?" dedi Misa.
"Ben de bilmiyorum. Burası sizi getirmek istediğim adadan oldukça farklı. Matt, nereye geldik biz?"dedi L. Beşlimizin içinde bulduğu gemiyi yönlendiren Matt, yani kaptan:
"Gemi dalgaların etkisiyle yanlış bir yere doğru sürüklenmiş olmalı. Sanırım terk edilmiş, ıssız bir adaya geldik." dedi.
"Tam da hayallerimdeki gibi! Hayatta kalmaya çalışmalıyız. Ama önce Acun'u bulalım!"diye heyecanla çığlık atan Light'ya herkes o delirmiş gibi bakıyordu. Misa bezgin bir ifadeyle:
"Light! Daha az Survivor izlemelisin. Televizyondaki hayat ile gerçek hayat arasındaki fark çok fazladır."dedi. Misa, Survivor'ın önceden planlanmış bir diziden ibaret olduğunu düşünüyordu.
Near, saatlerdir oturduğu geminin bir köşesinden kalkarak bizimkilerin yanına gedli.
"Hey, daha ne kadar orada dikileceksiniz? Adayı keşfe çıkalım, ayrıca filmlerdeki gibi davranmanıza gerek yok. Motorumuz arızalanmadı, yakıtımız bitmedi, hiçbir aksilikle karşılaşmadık. Yani hala eve gitme şansımız var. Tanrım, bunu bile düşünemiyor musunuz?"
Sessizlik. Uzun süreli bir sessizlik. Herkes şaşırmıştı. Bütün yolculuk boyunca bir köşede oturan Near nasıl olmuştu da birden bire onlara böyle çıkışabilmişti? Herkes onun utangaç biri olduğunu sanıyordu. Ama, belki de sadece onlöarla birlikte olmak istemediği için öyle davranıyordu. Evet, kesinlikle öyle olmalıydı! İlk kendine gelen Mello oldu:
"Şey... Near haklı arkadaşlar, haydi şu adaya bir bakalım. Eğer insan yoksa, tatil yapabileceğimiz bir yere benzemiyorsa gemiye biner, eve döneriz." dedi. Hep bir ağızdan "Pekala!" cevabını alan Mello, diğerleriyle birlikte adaya doğru yürümeye başladı. Artık beşlimizin adadaki maceraları başlıyordu.
----
Adayı gezintiye çıkan beşlimiz yürürken Misa büyük, pembe ve mor renkli meyveleri olan bir ağaç gördü.
"Arkadaşlar, şu ağaca baksanıza bir! Dayanamıyorum, meyvelerinden bir tanesini yiyeceğim!" diye heyecanla bağırdı. Uzun süredir onu izlemekte olan L:
"Hayır, yeme. Ne olduğunu bilmediğin bir şeyi yersen bu sende hesapta olmayan yan etkilere yol açabilir." derken Misa meyveyi ağzına atmıştı bile. Meyveyi yutmasıyla yere yığılması da bir oldu.
----
"İnanmıyorum, kaç ton bu kız Allah aşkına? Tabii, yiyor yiyor, fil gibi oluyor. Sonra da iyilik yapıp onu taşımaya çalışan ben bu hafif (!) yükün altından kalkamıyorum!" diye söylenen Light, Near, L ve Mello'nun on on beş metre kadar gerisinde kalmıştı. Nihayet gemiye varabildiklerinde Matt onları üzgün bir suratla karşıladı:
"Arkadaşlar, motorumuz arızalanmış. Ancak motoru tamir edebilsek bile evimize dönemeyiz. Çünkü, yakıtımız da bitmiş." dedi. Misa tam o sırada ayılıp gözlerini açarak:
"Ben adada bulduğum taşlarla, çakıllarla "HELP!" yazacağım büyük bir şekilde. Böylece yukarıdan geçen uçaklar bizi kurtarabilir. Ne de olsa İngilizce dünyada yaygın bir dil." dedi. Misa söylediği şeyi gerçekleştirdi. Ama taşları düzgün yerleştiremediğinden yazının yukarıdan okunması neredeyse imkansızdı. Ama yine de herkes umutluydu. Birden Near:
"Hey, bakın! Yukarıdan uçan bir mecha bize doğru yaklaşıyor!" dedi. Herkes bir uçak veya helikopter beklerken uçan bir mecha görmek onları şaşırtmıştı. En sonunda mecha yanlarına iyice yaklaşarak yere indi. Robotun içinden bir insan çıktı. Bu, Britanya'yı yok etmeyi kafasına koymuş Lelouch'dan başkası değildi. O da tatil için bu adaya gelmişti. Ancak normal taşıtlar kullanmaktansa uçan bir mecha kullanıyordu. İşte bu da onun tuhaflığıydı. Maskesi tabi ki de yüzündeydi. Lelouch, maskesi sadece gözü görülebilecek şekilde açarak:
"Ben Zero! Size ölmenizi emrediyorum!" diyerek bağırdı. Light gülerek:
"Sen öyle söyledin diye ölecek veya ona benzer bir şey yapacak değiliz. Şimdi buradan yok ol çakma süper kahraman." diyemeden kendisini tabancayı başına dayamış bir şekilde buldu. Çok geçmeden beşlimiz ve Matt ölmüştü. C.C Lelouch'a:
"Neden öldürdün ki şimdi onları? Sana bir zararları dokunacak mıydı ki? Onların Britanya ile ilgisi yok." dedi. Lelouch:
"Orasını bilemeyiz." dedi.
- SON -
"Japonya'daki katillerin,suçluların nedeni bilinmeyen bir şekilde gerçekleşen ölümleri sona erdi. Son birkaç aydır Kira'dan haber alamıyoruz."
L, şaşkın bir şekilde televizyona bakıyordu. Cidden, uzun süredir tek bir kalp krizi veya ona benzeyen bir ölüm gerçekleşmemişti. Cidden, Kira nereye gitmişti? L'nin hemen yanında bulunan Light da en az L kadar şaşkındı. Bir zamanlar Kira kendisiyken, şimdi sakin bir hayat sürmek için ölüm defterinin sahipliğinden vazgeçmişti. Tabii, şimdi olanları hatırlamıyordu. Birden, L'nin bağırışıyla kendine geldi:
"Hep bugünü beklemiştim! Kira ortadan kayboldu, değil mi? O zaman burada durmamız, var olmayan birini yakalamaya çalışmamız da çok saçma! Tatile gidiyoruz!"
Watari bile L'nin bunları söylemesine oldukça şaşırmıştı:
"Ama... Bu, Kira'nın bize kurduğu bir tuzak olamaz mı?" dedi. L sorulan soruyu görmezden gelerek Light'ı peşinde sürüklerken:
"Watari, burası sana emanet. Tschüss!" dedi. L ile Light giderlerken Watari hala arkalarından şoka girmiş bir vaziyette bakıyordu.
----
Near birdenbire kendisinin, Mello'nun, Light'nun, L'nun ve Misa'nın olduğu büyük, görkemli bir gemide kendisini bulunca ne yapacağını bilememişti. Durmadan "Saçma." deyip duruyordu. Pijamalarıyla yere tüneyip, bir yap-bozu tekrar tekrar bitirmeyi şimdiden özlemişti. Yanına yaklaşan Mello'yu görünce başını başka tarafa çevirdi. Mello, yine de adımlarını sıklaştırarak onun yanına vardı ve:
"Hey, burada olmak istemediğini biliyorum, Near." dedi çikolatasından bir ısırık alarak.
"Eee, ne yapmamı bekliyorsun o zaman?"
Sorusu karşılıksız kalmıştı. Adaya varmışlardı.
----
"L, nereye geldiğimizi biliyor musun?" dedi Misa.
"Ben de bilmiyorum. Burası sizi getirmek istediğim adadan oldukça farklı. Matt, nereye geldik biz?"dedi L. Beşlimizin içinde bulduğu gemiyi yönlendiren Matt, yani kaptan:
"Gemi dalgaların etkisiyle yanlış bir yere doğru sürüklenmiş olmalı. Sanırım terk edilmiş, ıssız bir adaya geldik." dedi.
"Tam da hayallerimdeki gibi! Hayatta kalmaya çalışmalıyız. Ama önce Acun'u bulalım!"diye heyecanla çığlık atan Light'ya herkes o delirmiş gibi bakıyordu. Misa bezgin bir ifadeyle:
"Light! Daha az Survivor izlemelisin. Televizyondaki hayat ile gerçek hayat arasındaki fark çok fazladır."dedi. Misa, Survivor'ın önceden planlanmış bir diziden ibaret olduğunu düşünüyordu.
Near, saatlerdir oturduğu geminin bir köşesinden kalkarak bizimkilerin yanına gedli.
"Hey, daha ne kadar orada dikileceksiniz? Adayı keşfe çıkalım, ayrıca filmlerdeki gibi davranmanıza gerek yok. Motorumuz arızalanmadı, yakıtımız bitmedi, hiçbir aksilikle karşılaşmadık. Yani hala eve gitme şansımız var. Tanrım, bunu bile düşünemiyor musunuz?"
Sessizlik. Uzun süreli bir sessizlik. Herkes şaşırmıştı. Bütün yolculuk boyunca bir köşede oturan Near nasıl olmuştu da birden bire onlara böyle çıkışabilmişti? Herkes onun utangaç biri olduğunu sanıyordu. Ama, belki de sadece onlöarla birlikte olmak istemediği için öyle davranıyordu. Evet, kesinlikle öyle olmalıydı! İlk kendine gelen Mello oldu:
"Şey... Near haklı arkadaşlar, haydi şu adaya bir bakalım. Eğer insan yoksa, tatil yapabileceğimiz bir yere benzemiyorsa gemiye biner, eve döneriz." dedi. Hep bir ağızdan "Pekala!" cevabını alan Mello, diğerleriyle birlikte adaya doğru yürümeye başladı. Artık beşlimizin adadaki maceraları başlıyordu.
----
Adayı gezintiye çıkan beşlimiz yürürken Misa büyük, pembe ve mor renkli meyveleri olan bir ağaç gördü.
"Arkadaşlar, şu ağaca baksanıza bir! Dayanamıyorum, meyvelerinden bir tanesini yiyeceğim!" diye heyecanla bağırdı. Uzun süredir onu izlemekte olan L:
"Hayır, yeme. Ne olduğunu bilmediğin bir şeyi yersen bu sende hesapta olmayan yan etkilere yol açabilir." derken Misa meyveyi ağzına atmıştı bile. Meyveyi yutmasıyla yere yığılması da bir oldu.
----
"İnanmıyorum, kaç ton bu kız Allah aşkına? Tabii, yiyor yiyor, fil gibi oluyor. Sonra da iyilik yapıp onu taşımaya çalışan ben bu hafif (!) yükün altından kalkamıyorum!" diye söylenen Light, Near, L ve Mello'nun on on beş metre kadar gerisinde kalmıştı. Nihayet gemiye varabildiklerinde Matt onları üzgün bir suratla karşıladı:
"Arkadaşlar, motorumuz arızalanmış. Ancak motoru tamir edebilsek bile evimize dönemeyiz. Çünkü, yakıtımız da bitmiş." dedi. Misa tam o sırada ayılıp gözlerini açarak:
"Ben adada bulduğum taşlarla, çakıllarla "HELP!" yazacağım büyük bir şekilde. Böylece yukarıdan geçen uçaklar bizi kurtarabilir. Ne de olsa İngilizce dünyada yaygın bir dil." dedi. Misa söylediği şeyi gerçekleştirdi. Ama taşları düzgün yerleştiremediğinden yazının yukarıdan okunması neredeyse imkansızdı. Ama yine de herkes umutluydu. Birden Near:
"Hey, bakın! Yukarıdan uçan bir mecha bize doğru yaklaşıyor!" dedi. Herkes bir uçak veya helikopter beklerken uçan bir mecha görmek onları şaşırtmıştı. En sonunda mecha yanlarına iyice yaklaşarak yere indi. Robotun içinden bir insan çıktı. Bu, Britanya'yı yok etmeyi kafasına koymuş Lelouch'dan başkası değildi. O da tatil için bu adaya gelmişti. Ancak normal taşıtlar kullanmaktansa uçan bir mecha kullanıyordu. İşte bu da onun tuhaflığıydı. Maskesi tabi ki de yüzündeydi. Lelouch, maskesi sadece gözü görülebilecek şekilde açarak:
"Ben Zero! Size ölmenizi emrediyorum!" diyerek bağırdı. Light gülerek:
"Sen öyle söyledin diye ölecek veya ona benzer bir şey yapacak değiliz. Şimdi buradan yok ol çakma süper kahraman." diyemeden kendisini tabancayı başına dayamış bir şekilde buldu. Çok geçmeden beşlimiz ve Matt ölmüştü. C.C Lelouch'a:
"Neden öldürdün ki şimdi onları? Sana bir zararları dokunacak mıydı ki? Onların Britanya ile ilgisi yok." dedi. Lelouch:
"Orasını bilemeyiz." dedi.
- SON -
QuincyArcherHatesO
Spoiler:
Yapayalnız
Güneş tepelerinde acımasızca parlarken Rukia halsizce kendisini dizlerinin üstüne bıraktı. Yoktu, bu küçücük adada, birkaç palmiyeden, bolca kumdan, dalgaların kumları yıkadığı beyaz köpüklerden ve orada burada birkaç boş deniz kabuğundan başka hiçbir şey yoktu. Burada, bu adada yapayalnızdırlar. İçigo'yla.
Nasıl geldikleri konusunda hiçbir fikri yoktu. Her zamanki gibi 13. Takım Karargahı'nda, Kotetsu ile Kotsubaki'nin Ukitake Tayço üzerinden saçmalamalarını dinlemekle ve bir yandan oturduğu yerde gizli gizli esnemekle meşguldü, kapıda ayak sesleri işitince iki ebedi düşman heyecanla bağdaş kurdukları yerden kalkıp sürgülü kapıya yönelmişlerdi, kendi de kalkmaya yeltenmiş, sonra birden başı dönmüş, gözlerine bir perde inmiş ve kendisini sıcacık güneşin altında, sıcacık kumların üzerinde yatar vaziyette bulmuştu!
Gözleri henüz hınçla parlayan güneşe alışamadan, beyni de henüz nerede olduğunu algılayamadan Rukia'nın yüzüne az sonra bir gölge düşmüş ve İçigo "Hey, Rukia, sen de mi bura-" demeye kalmadan Rukia öyle bir korku ve heyecanla yerinden doğrulmuştu ki İçigo'ya istemeden de olsa sağlam bir kafa atmıştı. İçigo acıyla kalçasının üstüne, yere düşmüş ve burnunu tutarak acıyla kıvranmaya başlamıştı.
-Rukia, temeee, burnumu kırdın, koca kafa!
Aradan tahminen yarım saatten fazla bir süre geçmişti. Rukia'nın adanın tümünü keşfe çıkıp bitirip gelmesi işte bu kadar sürmüştü, yarım saatten biraz fazla. Bu kadar küçük bir adaya onları hangi kuvvet atmıştı, hangi gizli el onları tutup buraya fırlatmıştı? Düşünceli bir tavırla hart hart başını kaşıdı.
-İçigo! (İçigo'nun "g"sini genizde hafif bir "n" karışımı ile telaffuz ederdi her zaman) Belki de Quincy'lerin işidir. Yani bir tür illüzyon? Ya da boyut mu değiştirdik? Ama neden sadece ikimiz? Bizden başka canlı yok bu adada. Etrafta hiçbir reiatsu hissetmiyorum! Hiçbir tuzağa da rastlamadım. Bir tür ışınlanma mı yaşadık biz? Sen ışık filan gördün mü?
İçigo, Karin ve Yuzu ile kahvaltı sofrasına henüz oturmuştu ki oturduğu sandalye altından kaymış ve kendisini suyun içinde bulmuştu. Rukia'nın üzerinde dakikalardır kafa patlattığı kuvvet onu kıyıda, berrak kumların üzerinde cam gibi parlayan sığ sulara bırakmış ve genç Şinigami heyecanla suya değdiği anda yerinden fırlamış, kendini kıyıya atmış, heyecanının geçmesini birkaç dakika (belki de birkaç saat? Çünkü İçigo geldiğinde güneş bu kadar tepede değildi) beklemiş ve tam kafasını toparlayıp etrafa göz atmaya karar verdiği anda yerde yatan koca kafalı 13. takım teğmenini görmüştü. Fakat şu an İçigo, anılarla da ışıkla da ilgilenemezdi. Galiba burnu kırılmıştı!
-Ben sen bana kafa attığın zaman gördüm o bahsettiğin ışığı! Resmen burnumu kırdın!
Rukia, bu adaya geldiğinden beridir ilk defa İçigo'yu dikkatle süzdü.
-Senin burnun mu kanıyor? (Birdenbire kulaklarına kadar kızardı) Oi! Sapık! Adanın birinde baş başa kaldık diye aklından neler geçirmeye başladın? İçigo, seni döverim, teme!
-Geri zekalı! Sen burnumu kırdığın için kanıyor burnum!
-Tamam, tamam, kesin, ooc oldu bu!
İkisi birden korkuyla gökyüzüne baktılar.
-Bu ses nereden geliyor? diye buğulu sesiyle söylendi Rukia. İçigo gökyüzüne haykırdı:
-Kendini açık et! Bizden ne istiyorsun? Bizi buraya niye getirdin?
-Zaten Kubo sizi ıssız ada değil belki ama bir tür balayı adasında resmetmişti, bir 14 Şubat'tı sanırım, hatırlıyorum o görseli, ne geyik çevirmiştik üzerinde!
-İçigo, gardını al, dedi Rukia, kaşları çatılmıştı.
İçigo'nun eli bir refleksle sırtına gitti ancak Zangetsu sırtında değildi, zaten o buraya gelmeden önce bir kahvaltı sofrasındaydı, Zangetsu üzerinde ne arasındı?
-Kısooo diye söylenecekti ki ses tekrar duyuldu.
-Tamam ya ağzınızı bozmanıza gerek yok gençler, herkes evine, hadi bakalım, kış kış, sizin bu hikayede yeriniz yok.
Ve menekşe gözleri iri iri açılmış Rukia ile en Kadir İnanır bakışlarını görünmeyen düşmanına saçmakla meşgul İçigo, pof diye ortaya çıkan bir toz bulutunun içinde kayboldular.
Başka birileri olmalı. Daha güncel:
-Judayme! Judayme! Lütfen gözlerini aç judayme!
-Tsuna, oi! Kendine gel artık!
Vongola'nın 10. patronu yavaşça gözlerini açtı. Güneş tepelerinde acımasızca parlarken o halsizce sırt üstü kumların üstünde yatıyordu. Yoktu, bu küçücük adada, birkaç palmiyeden, bolca kumdan, dalgaların kumları yıkadığı beyaz köpüklerden ve orada burada birkaç boş deniz kabuğundan başka hiçbir şey yoktu. Burada, bu adada yapayalnızdırlar. Yamamoto ve Gokudera'yla...
-Gokudera-kun? Yamamoto? Ne oldu bana?
-Gerçekten, neredeyse birebir aynı cümleleri kullanmak zorunda mıydım?
Tsuna heyecanla ayağı fırlamaya çalıştı ancak dengesini yitirip tekrar kaba etinin üstüne düştü. Gokudera parmak aralarında küçük dinamitlerle patronunun önüne geçti, Yamamoto da en keskin bakışlarını sesin geldiği yöne dikerek beyzbol sopasını kılıfından çıkardı.
-Bu-bu-bu ses de nereden geldi?
-Sen korkma, judayme, ben seni korurum!
-Gokudera, sen Tsuna'yı koru!
-Ben zaten aynı şeyi senden önce söyledim geri zekalı beyzbol manyağı! Sana mı sorcam hem?
-Yahu ben sizi buraya okuldan getirdim, hadi beyzbol sopasını anlarım da Gokudera manyağı, o dinamitleri her seferinde nerenden çıkarıyorsun? Zaten bunlar da bana güncel, yoksa manga biteli kaç yıl olmuş. Vazgeçtim, defolun buradan!
Ve Tsuna'nın "hiiiiii" şeklindeki acınası çığlığı, sahibi ve iki en sadık adamıyla beraber toz bulutunun içinde kayboldu.
-Başka, başka! Hmm...
-Hilda-san, lütfen çikolatalarımı kabul edin, bütün gece uğraşıp sadece sizin için yap-are? Neredeyim ben? Hilda-san?
Güneş tepelerinde acımasızca parlarken Furuiçi elindeki kalp şekilli çikolata kutusunu boşluğa uzatmış, iki büklüm halde duruyordu. Yoktu, bu küçücük adada, birkaç palmiyeden, bolca kumdan, dalgaların kumları yıkadığı beyaz köpüklerden ve orada burada birkaç boş deniz kabuğundan başka hiçbir şey yoktu. Burada, bu adada yapayalnızdırlar. Oga ve Belbo'yla.
-O-o-o-o-OGAAA! Biz neredeyiz?
Furuiçi koşa koşa kumların üstünde boylu boyunca uzanmış Oga'ya koştu. Önce onun baygın olduğunu sandı, sonra genç babanın burnundaki sümük balonunu indire şişire aslında uyumakta olduğunu fark etti, Belbo da poposunu dikmiş, babasının göğsünde mışıl mışıl uyumaktaydı.
-Ogaaa! Sana diyorum! Biz neredeyiz? Ben en son Hilda-san'a çikolata vermekle meşguldüm, mevsim kıştı, biz okul bahçesindeydik! Şi-şi-şi-şimdiyse buradayız! Kime diyorum, oi!
Furuiçi uykusunu bölme zahmetine girmeyip güneşten rahatsız olan gözlerini koluyla gölgeleyen Oga'ya öfkeyle elindeki çikolata kutusunu fırlatmak istedi ama kutu tam da Belbo'nun ısırılası poposuna denk geldi. Bebek irkilerek uyandı, iri iri gözlerle bir hâlâ uyuyan babasına, bir de olacakları hissederek bembeyaz kesilen Furuiçi'ye baktı ve ağlamaya başladı. Adadan güneşten daha parlak, mavi bir ışık hüzmesi yükselirken Belbo'nun huysuzlanmasına Oga'yla Furuiçi'nin çığlıkları karışıyordu.
-Ağlattınız çocuğu be! Hadi kış kış! Bakaiçi, nolcak! Allah'ım, saat 12'ye geliyor, hiçbir şey yazamadım! Daha reytingi bol bir şey lazım!
Güneş tepelerinde acımasızca parlarken Makoto halsizce kendisini dizlerinin üstüne bıraktı. Yoktu, bu küçücük adada, birkaç palmiyeden, bolca kumdan, dalgaların kumları yıkadığı beyaz köpüklerden ve orada burada birkaç boş deniz kabuğundan başka hiçbir şey yoktu. Burada, bu adada yapayalnızdırlar. Haru'yla.
-Aha, reytingi gözünden vurdum...Bromance'i de dayarım şimdi... de... Bunların böyle bir bölümü vardı yahu. Yalnız bu cümlelerde niye ısrar ediyorum, Allahım! Aynı betimleme, aynı betimleme, nereye kadar!
-Ha-ha-ha-haru, bu ne? Bu bir hayalet sesi mi? Korkuyorum, Haruu!
Makoto koskocaman gövdesine aldırış etmeden yanında incecik kalan Haru'nun arkasına saklanmış, yavru bir köpek gibi titrerken Haru en hissiz, yani her zamanki sesiyle-
-Ya, tamam, yaoi-fan-girl'ü sayılmam zaten. Kaybolun, beğenmedim. Ayrıca siz niye mayolu değilsiniz ya! Issız adaya okul üniformasıyla düşen bishie mi olurmuş? Kaybolun gözümün önünden!
-Haruuuuu!!!
-Tamam, bu kez kesin olacak:
Güneş tepelerinde acımasızca parlarken Ciel tam bir umursamazlıkla Saksonya porseleni kahve fincanından sakız aromalı Türk kahvesini yudumladı. Yoktu, bu küçücük adada, birkaç palmiyeden, bolca kumdan, dalgaların kumları yıkadığı beyaz köpüklerden ve orada burada birkaç boş deniz kabuğundan başka hiçbir şey yoktu. Burada, bu adada yapayalnızdırlar. Sebastian'la. Ve Ciel bunu zerre kafaya takmıyordu.
-Sebastian, tatlım nerede kaldı?
-Hemen getiriyorum, Boççan!
-Ya, dalga mı geçiyorsunuz siz? Issız ada yavrum burası? O masa, o sandalye, o ipek örtü nereden çıktı?
Ses Ciel'i hiç şaşırtmadı, hatta kafasını kaldırıp gökyüzüne bakmasına bile sebep olmadı. Sebby ise en çekici gülümsemesini gökyüzüne yönelterek:
-Biliyorsunuz ki ben şeytani bir uşağ-
Biz toz bulutu daha!
-Yav, he he! Kaç yıllık sloganı bana satıyor aklı sıra.. Gerçi her seferinde üstümde işe yarıyor ama. Yok, başka. Ve son. Vallahi son:
Güneş tepelerinde acımasızca parlarken Kaneki, iştahla ağzına doldurduğu et parçasından yüzüne gözüne bulaşan kan lekelerini kolunun tersiyle sildi. Yoktu, bu küçücük adada, birkaç palmiyeden, bolca kumdan, dalgaların kumları yıkadığı beyaz köpüklerden ve orada burada birkaç boş deniz kabuğundan başka hiçbir şey yoktu. Burada, bu adada yapayalnızdırlar. Hide'yle. Ve Kaneki o sırada dehşetle fark etti ki ağzına tıktığı bu et parçası Hide'nin butundan bir parçaydı-ÖĞ!
-Oha! Noldu ya! Kaneki bu kadar fütursuzca insan eti yeme aşamasına geldi mi ki? Ben animeyi 3. bölümde bıraktım. Ayrıca niye korku filmine döndü olay?
-Kes, kes, senin de bir şeyi becerebildiğin yok zaten!
-Sen kime beceriksiz diyorsun, oi!
-Gördük işte becerilerini! Reyting istiyorsun, aklına Orihime-çan gelmiyor!
-O şırfıntının adını ağzına alma benim yanımda!
-Peki ya Naruto? Hani bir Baruto-Salatalık fanfic'i yazacaktın!
-Sarada o! Salatalık değil!
-Yüzü turşu satıyor ama? Bence salatalık daha yakışıyor ona!
-Kapa çeneni! Sen ne anlarsın mangadan?
-Ben mi ne anlarım mangadan? Benim hayatım Şonen Jump okuyarak geçmiş bir kere! Sen bu âlemi keşfederken ben dönüyordum kızııığğğm!
-Ya bi' git!
-Hadi yazsana bir Vegeta fanfic'i! Yazamazsın dimi? Sıkar tabii. İzlemedin ki Dragon Ball'u?
-Ya, sus!
-One Piece de izlemedin! Kara cahil, bir de otakuyum diye geçinirsin!
-Ya yeter!
-Sen anca orda burda insanlara çemkir, twitter'da Gintama yok diye ağlan, ona buna spoiler dağıt ama sorsan gomu gomu nedir bilmezsin! Çakma otaku seni!
-Yahu benim gözüm senden başkasını mı görüyor?
Gintoki durdu, karşısında kıpkırımızı kesilmiş bu otuzundaki garip, sivilceli, tombul kıza birkaç saniye dik dik baktı. Sonra dudakları arasından bir "tçç!" sesi çıktı, "şaşkın ergen!" diye söylenip en yakın palmiyenin gölgesinde şekerleme yapmak için sallana sallana yürüdü gitti.
Güneş tepelerinde acımasızca parlarken Kuinşi dizlerindeki bilgisayara çaresizce gözlerini dikip yüzünün kızarıklığının geçmesini sabırla bekledi. Yoktu, bu küçücük adada, birkaç palmiyeden, bolca kumdan, dalgaların kumları yıkadığı beyaz köpüklerden, orada burada birkaç boş deniz kabuğundan, palmiyelerin birinden bir goril edasıyla çırılçıplak sarkmış, gemiler görür ümidiyle kıyafetlerini sallayan Kondo'dan, kuma gömdüğü ve sadece başı görünen Okita'nın üstünde ter ter tepinen Kagura'dan, sanki gezmeye gelmişler gibi dev egzotik bir bitkinin dev yapraklarından yaptıkları şemsiyenin altında tatlı tatlı söyleşen Otae ile Kyuubei'den, nasılsa kulağında kulaklıklarıyla bu adaya düşmüş, mutlu mutlu şarkılarını dinleyen Şinpaçi'den, kumlara uzanmış göbeğini kaşıyan Madao'dan, bir ağacın arkasında gizli gizli Gintoki'yi gözetleyen Saç-çan'dan başka hiçbir şey yoktu. Burada, bu adada yapayalnızdırlar. Hayatının animesinin karakterleriyle, Gintama'yla...
Ichimi
Spoiler:
ÖL YA DA ÖLDÜR
Kıyıdaki soğuk rüzgar saçlarını okşuyordu.Şu an tam olarak neredeydi?En son hatırladığı şey kumsala deli gibi koştuğuydu.Şimdi ise yere kocaman bir "S.O.S." çizmiş,yardım gelmesini bekliyordu.Ama şunun da farkındaydı ki olduğu yerde daha fazla kalamazdı.Tekrar adanın içine dönmeliydi.Daha fazla kumsalda kalırsa onlar herkesi öldürdükleri gibi onu da öldürürlerdi.Onlar... Kabusu başlatan ve herkesin hayatını tehdit altına alan onlar...
Kafasını toparlamaya çalıştı.Hava kararmaya başlıyordu.Acıkmış,susamış ve hiç olmadığı kadar yorulmuştu.Terden üstüne yapışmış gömleği,karışmış uzun saçları ve toz toprak içinde kalmış siyah sırt çantası...
Ne yapması gerektiğine bir türlü karar veremiyordu.Biraz düşündükten sonra çantasını karıştırıp işe yarar bir şey var mı diye bakmayı akıl etti.Çantasında biraz su,el feneri,bıçak ve kalın bir halat buldu.
Karanlık iyice bastırmıştı.Çantada başka bir şeyler de olduğunu görüyor fakat karanlık olduğu için ne olduğunu anlamıyordu.Feneri açmayı düşündü fakat fenerin ışığı yerini belli edebilirdi.Bu yüzden çantanın içini tamamen görebilmek için sabahı bekleme kararı alarak adanın içine geri döndü. Eğer yüksek bir ağaca çıkabilise tüm adayı görüp hortlaklardan saklanabilirdi.Biraz dolandıktan sonra istediği gibi bir ağaç buldu ve tırmandı.Kalın dallardan birinin üstüne oturdu ve çantasındaki halatla kendini ağaca bağladı.Sakinleştikten sonra günün başından beri yaşadıklarını düşündü.Bu görevi kendisi istemiş ve tüm sorumluluğu üstelenmişti.Kafasındaki plana göre her şeyin yolunda gitmesi gerekiyordu.Ama hiçbir şey planladığı gibi olmadı.
Bu adaya gelme amaçları dünyanın her yerinde ortaya çıkan hortlaklardı.Uzun süredir kendi ekibiyle beraber hortlaklar üzerinde çalışıyordu.Bu yaratıkların özellikleri şunlardı:İnsan etinden başka bir şey yemiyor,gözleri kırmızıya dönüşüyor ve vücudunun herhangi bir yerinden uzantılar çıkabiliyordu.Evet hortlaklar hakkında bildikleri bu kadardı.Bildikleri bir şey de şuydu ki hortlaklara ilk defa bu adada rastlanmıştı.Bu yüzden onların varlığını başlatan virüsü burada bulabilir,virüsle yapacakları çalışmalarla hortlakları yok edebilirlerdi.Bu sabah kendi kurduğu araştırma ekibiyle adaya gelmişti ama ne yazık ki 8 kişilik araştırma ekibinden bir tek o kalmıştı:Hime
Hime tüm ailesini hortlaklar yüzünden kaybettiği günden beri canla başla çalışıyor ve bu sefil yaratıkların tamamını yok etmeye çalışıyordu.Annesini,babasını,kardeşini katledenlerden intikam almak istiyordu.İşte bu yüzden 3 yıldır hortlakların peşindeydi.3 yılda hayatında bir çok şey değişmişti.Ailesinin ölümünden sonra yeni bir eve taşınmış, bu evin bodrumunu laboratuvar yapmıştı.Deneylerini burada yapıyor ve her bulduğu yeni şeyi merkezdeki büyük laboratuvara götürüyordu.Bu laboratuvarlar dünya üzerindeki hemen hemen her ülkede kurulmuştu.Amaçları gezegendeki her bilim insanının çalışmalarından faydalanabilmekti.Ve Hime de bu bilim insanlarındandı.Bu adaya gönderilecek ekip içinde olması ona onur veriyor ve çalışmalarının işe yaradığını düşündürüyordu.Aslında her şey çok ani olmuştu.Yine her zaman ki gibi bodrumda yaptığı çalışmalarını şırıngalara doldurup sırt çantasına attı.Bunları merkezdeki laboratuvara götürüp evine dönecekti.Ama merkeze gelince bir sürprizle karşılaştı.Virüsün başladığı adayı bulmuşlardı.Ve Hime'ye araştırma ekibinin başı olmayı teklif etmişlerdi.Hime ise bir saniye bile düşünmeden kabul etmiş ve eve dönüp eşyalarını hazırlamaya başlamıştı.Ama şu an sırt çantasında ne olduğunu hatırlamıyordu.Büyük bir telaş ve heyecana kapılmıştı tabi.Ve bu yüzden aklına ne geldiyse almıştı yanına.Daha sonra merkeze geri dönüp ekibini oluşturmuş ve helikopterle adaya bırakılmışlardı.Ama adaya ulaşır ulaşmaz aksilikler başlamıştı.İlk olarak telsiz telefonların çalışmadığını fark etmiş daha sonra büyük bir patlama sesiyle savrulmuşlardı.Hime' nin bir kulağı duymuyordu ve geldikleri helikopter patlamıştı.Patlamadan sonra 3 hortlak çevrelerini sarmış ve aralarındaki 5 kişiyi oracık da öldürmüştü.Geriye kalan Hime ve 2 kişi farklı yönlere kaçmışlardı.Hime onlarında öldüğünü
düşünüyordu çünkü adanın içinden korkunç çığlıklar yükselmişti.
Şimdi ise Hime ağacın tepesinde ne yapacağını düşünüyordu.Sabah olduğunda elbet fark edilecekti.Bu yüzden bir plan yapmalıydı.Yepyeni bir plan...
Sıçrayarak uyandı.Ağacın tepesinde uyuyakalmıştı.Halen kimse onu fark etmediği için defalarca şükretti.Gün yavaş yavaş aydınlanıyordu.Çantasını açıp içinden suyu aldı.İçip, yeniden çantaya atmadan önce çantaya göz gezdirdi.Gördükleri beyninde şimşekler çakmasına yetti:Şırıngalar...
Merkeze bırakmayı unutup çantasında kendisiyle birlikte getirmişti.İşe yarayıp yaramayacağını bir şekilde anlayabilirdi: tabi ki deneyerek
Kafasındaki plan belliydi.Kendisine saldıran bir hortlağa ilacı enjekte edecekti.İşe yararsa kurtulacaktı.İşe yaramazsa da kaderine boyun eğecekti.Şırıngaların hepsi son yaptığı çalışmayla doluydu.Bu yüzden seçim yapma gibi bir derdi yoktu.Geceden bağlamış olduğu ipi çözdü ve sessizce ağaçtan indi.Elindeki şırınga ile beklemeye başladı.Çok geçmeden ağaçların arasından dün görmüş olduğu hortlaklardan biri çıktı ve
-Ne yani mücadele yok mu?Bu gerçekten eğlencesiz bir av olacak, dedi.Hime korktuğu için konuşamıyordu.Aklına sadece ailesinin ölümü geliyordu.İşte o zaman ani bir hareketle şırıngayı hortlağın boynuna sapladı ve ilacı enjekte etti.Hortlak önce kusmaya başladı.Daha sonra adanın derinliklerine doğru koştu.Hime,her ne kadar peşinden gitmeye cesaret edemiyorduysa da,peşinden koşmaya başladı.Hortlak diğer hortlakların bulunduğu yere gitmiş ve onları yemeye başlamıştı.Isırdığı her hortlak ise diğer hortlakları yemeye başlıyordu.Yani hepsi birbirini yiyip öldürüyordu.Bir iki dakika içinde hepsi ölmüştü.Hime ne olduğunu anlamakta güçlük çekiyordu ama emin olduğu tek bir şey vardı o da artık hortlakların olmayacağı.
Kumsala geri döndü ve beklemeye başladı.Uzun bir bekleyişten sonra gökyüzünde bir helikopter gördü.Hemen ayağa kalkıp bağırmaya zıplamaya başladı.Anlaşılan helikopter tarafından fark edilmişti çünkü helikopter adaya doğru inişe geçmişti.Helikopter iniş yaptıktan sonra yere inen pilota yaşadığı her şeyi anlattı Hime.Hortlakları alt ettiğini ve bulduğu ilacı hemen merkeze götürmeleri gerektiğini söyledi.Vakit kaybetmeden helikoptere binip 2 saat içinde merkeze ulaştılar.Hime olanları merkezdekilere anlattı.Merkez bu buluşu diğer merkezlere aktardı.Ve Hime'nin buluşu çoğaltıldı.Denek olarak kullanılan hortlaklara bu ilaç verildi ve hortlaklar serbest bırakıldı.10 gün gibi kısa bir sürede tüm hortlaklar birbirini parçalayarak öldürdüler.
Hime, bütün hortlakların yok edildiğinin haberini merkezden aldı.3 yıldır ilk defa kendini bu derece huzurlu hissediyordu.Masanın üstündeki aile fotoğrafını aldı ve şöyle mırıldandı:"Her şey sona erdi." Fotoğrafı kalbine bastı ve gözyaşlarının süzülmesine izin verirken huzur içinde gökyüzüne baktı.
-SON-
_________________
Kıyıdaki soğuk rüzgar saçlarını okşuyordu.Şu an tam olarak neredeydi?En son hatırladığı şey kumsala deli gibi koştuğuydu.Şimdi ise yere kocaman bir "S.O.S." çizmiş,yardım gelmesini bekliyordu.Ama şunun da farkındaydı ki olduğu yerde daha fazla kalamazdı.Tekrar adanın içine dönmeliydi.Daha fazla kumsalda kalırsa onlar herkesi öldürdükleri gibi onu da öldürürlerdi.Onlar... Kabusu başlatan ve herkesin hayatını tehdit altına alan onlar...
Kafasını toparlamaya çalıştı.Hava kararmaya başlıyordu.Acıkmış,susamış ve hiç olmadığı kadar yorulmuştu.Terden üstüne yapışmış gömleği,karışmış uzun saçları ve toz toprak içinde kalmış siyah sırt çantası...
Ne yapması gerektiğine bir türlü karar veremiyordu.Biraz düşündükten sonra çantasını karıştırıp işe yarar bir şey var mı diye bakmayı akıl etti.Çantasında biraz su,el feneri,bıçak ve kalın bir halat buldu.
Karanlık iyice bastırmıştı.Çantada başka bir şeyler de olduğunu görüyor fakat karanlık olduğu için ne olduğunu anlamıyordu.Feneri açmayı düşündü fakat fenerin ışığı yerini belli edebilirdi.Bu yüzden çantanın içini tamamen görebilmek için sabahı bekleme kararı alarak adanın içine geri döndü. Eğer yüksek bir ağaca çıkabilise tüm adayı görüp hortlaklardan saklanabilirdi.Biraz dolandıktan sonra istediği gibi bir ağaç buldu ve tırmandı.Kalın dallardan birinin üstüne oturdu ve çantasındaki halatla kendini ağaca bağladı.Sakinleştikten sonra günün başından beri yaşadıklarını düşündü.Bu görevi kendisi istemiş ve tüm sorumluluğu üstelenmişti.Kafasındaki plana göre her şeyin yolunda gitmesi gerekiyordu.Ama hiçbir şey planladığı gibi olmadı.
Bu adaya gelme amaçları dünyanın her yerinde ortaya çıkan hortlaklardı.Uzun süredir kendi ekibiyle beraber hortlaklar üzerinde çalışıyordu.Bu yaratıkların özellikleri şunlardı:İnsan etinden başka bir şey yemiyor,gözleri kırmızıya dönüşüyor ve vücudunun herhangi bir yerinden uzantılar çıkabiliyordu.Evet hortlaklar hakkında bildikleri bu kadardı.Bildikleri bir şey de şuydu ki hortlaklara ilk defa bu adada rastlanmıştı.Bu yüzden onların varlığını başlatan virüsü burada bulabilir,virüsle yapacakları çalışmalarla hortlakları yok edebilirlerdi.Bu sabah kendi kurduğu araştırma ekibiyle adaya gelmişti ama ne yazık ki 8 kişilik araştırma ekibinden bir tek o kalmıştı:Hime
Hime tüm ailesini hortlaklar yüzünden kaybettiği günden beri canla başla çalışıyor ve bu sefil yaratıkların tamamını yok etmeye çalışıyordu.Annesini,babasını,kardeşini katledenlerden intikam almak istiyordu.İşte bu yüzden 3 yıldır hortlakların peşindeydi.3 yılda hayatında bir çok şey değişmişti.Ailesinin ölümünden sonra yeni bir eve taşınmış, bu evin bodrumunu laboratuvar yapmıştı.Deneylerini burada yapıyor ve her bulduğu yeni şeyi merkezdeki büyük laboratuvara götürüyordu.Bu laboratuvarlar dünya üzerindeki hemen hemen her ülkede kurulmuştu.Amaçları gezegendeki her bilim insanının çalışmalarından faydalanabilmekti.Ve Hime de bu bilim insanlarındandı.Bu adaya gönderilecek ekip içinde olması ona onur veriyor ve çalışmalarının işe yaradığını düşündürüyordu.Aslında her şey çok ani olmuştu.Yine her zaman ki gibi bodrumda yaptığı çalışmalarını şırıngalara doldurup sırt çantasına attı.Bunları merkezdeki laboratuvara götürüp evine dönecekti.Ama merkeze gelince bir sürprizle karşılaştı.Virüsün başladığı adayı bulmuşlardı.Ve Hime'ye araştırma ekibinin başı olmayı teklif etmişlerdi.Hime ise bir saniye bile düşünmeden kabul etmiş ve eve dönüp eşyalarını hazırlamaya başlamıştı.Ama şu an sırt çantasında ne olduğunu hatırlamıyordu.Büyük bir telaş ve heyecana kapılmıştı tabi.Ve bu yüzden aklına ne geldiyse almıştı yanına.Daha sonra merkeze geri dönüp ekibini oluşturmuş ve helikopterle adaya bırakılmışlardı.Ama adaya ulaşır ulaşmaz aksilikler başlamıştı.İlk olarak telsiz telefonların çalışmadığını fark etmiş daha sonra büyük bir patlama sesiyle savrulmuşlardı.Hime' nin bir kulağı duymuyordu ve geldikleri helikopter patlamıştı.Patlamadan sonra 3 hortlak çevrelerini sarmış ve aralarındaki 5 kişiyi oracık da öldürmüştü.Geriye kalan Hime ve 2 kişi farklı yönlere kaçmışlardı.Hime onlarında öldüğünü
düşünüyordu çünkü adanın içinden korkunç çığlıklar yükselmişti.
Şimdi ise Hime ağacın tepesinde ne yapacağını düşünüyordu.Sabah olduğunda elbet fark edilecekti.Bu yüzden bir plan yapmalıydı.Yepyeni bir plan...
Sıçrayarak uyandı.Ağacın tepesinde uyuyakalmıştı.Halen kimse onu fark etmediği için defalarca şükretti.Gün yavaş yavaş aydınlanıyordu.Çantasını açıp içinden suyu aldı.İçip, yeniden çantaya atmadan önce çantaya göz gezdirdi.Gördükleri beyninde şimşekler çakmasına yetti:Şırıngalar...
Merkeze bırakmayı unutup çantasında kendisiyle birlikte getirmişti.İşe yarayıp yaramayacağını bir şekilde anlayabilirdi: tabi ki deneyerek
Kafasındaki plan belliydi.Kendisine saldıran bir hortlağa ilacı enjekte edecekti.İşe yararsa kurtulacaktı.İşe yaramazsa da kaderine boyun eğecekti.Şırıngaların hepsi son yaptığı çalışmayla doluydu.Bu yüzden seçim yapma gibi bir derdi yoktu.Geceden bağlamış olduğu ipi çözdü ve sessizce ağaçtan indi.Elindeki şırınga ile beklemeye başladı.Çok geçmeden ağaçların arasından dün görmüş olduğu hortlaklardan biri çıktı ve
-Ne yani mücadele yok mu?Bu gerçekten eğlencesiz bir av olacak, dedi.Hime korktuğu için konuşamıyordu.Aklına sadece ailesinin ölümü geliyordu.İşte o zaman ani bir hareketle şırıngayı hortlağın boynuna sapladı ve ilacı enjekte etti.Hortlak önce kusmaya başladı.Daha sonra adanın derinliklerine doğru koştu.Hime,her ne kadar peşinden gitmeye cesaret edemiyorduysa da,peşinden koşmaya başladı.Hortlak diğer hortlakların bulunduğu yere gitmiş ve onları yemeye başlamıştı.Isırdığı her hortlak ise diğer hortlakları yemeye başlıyordu.Yani hepsi birbirini yiyip öldürüyordu.Bir iki dakika içinde hepsi ölmüştü.Hime ne olduğunu anlamakta güçlük çekiyordu ama emin olduğu tek bir şey vardı o da artık hortlakların olmayacağı.
Kumsala geri döndü ve beklemeye başladı.Uzun bir bekleyişten sonra gökyüzünde bir helikopter gördü.Hemen ayağa kalkıp bağırmaya zıplamaya başladı.Anlaşılan helikopter tarafından fark edilmişti çünkü helikopter adaya doğru inişe geçmişti.Helikopter iniş yaptıktan sonra yere inen pilota yaşadığı her şeyi anlattı Hime.Hortlakları alt ettiğini ve bulduğu ilacı hemen merkeze götürmeleri gerektiğini söyledi.Vakit kaybetmeden helikoptere binip 2 saat içinde merkeze ulaştılar.Hime olanları merkezdekilere anlattı.Merkez bu buluşu diğer merkezlere aktardı.Ve Hime'nin buluşu çoğaltıldı.Denek olarak kullanılan hortlaklara bu ilaç verildi ve hortlaklar serbest bırakıldı.10 gün gibi kısa bir sürede tüm hortlaklar birbirini parçalayarak öldürdüler.
Hime, bütün hortlakların yok edildiğinin haberini merkezden aldı.3 yıldır ilk defa kendini bu derece huzurlu hissediyordu.Masanın üstündeki aile fotoğrafını aldı ve şöyle mırıldandı:"Her şey sona erdi." Fotoğrafı kalbine bastı ve gözyaşlarının süzülmesine izin verirken huzur içinde gökyüzüne baktı.
-SON-
_________________
Monkey D. Garp
Spoiler:
Efsanevi Savaşçı Seryum ve Hazine
Flarius. Böyle güçlü bir topluluk için fazla nazik bir ad değil mi ? Sayımız az ama dünya üzerindeki uygarlıklar arasında savaş gücü en yüksek olan bizim uygarlığımız. Mühendislik olarak pek gelişmiş sayılmayız ama kardeşim gibi zeki ve üretken insanlar geldikçe, ilerleyeceğimize inanıyorum bu konuda. Yaşlılarda öyle gerici insanlar değil. Sadece kafaları bu işlere basmıyor ve destekleyecek elemanlarımız yok. Ama ben kardeşime inanıyorum. O, bu işlerin temelini atacak kişi!
-''Lysromnia! Buraya gelebilir misin ?''
-''Geliyorum baba. ''
Babam, benimle gurur duyduğunu söyleyebilirim. Böyle konuşmayı pek sevmesemde, gençler arasında en güçlüsü benim. 9 yaşımdayken yapılan turnuvayı yenilgisiz kazanmıştım. 11 yaşımda ise, yetişkinlerle dövüşüyordum. Şimdi 17 yaşımdayın ve gençle arasında rakibim yok diyebilirim.
-''2 gün sonra, uygarlığımızın kuruluşunun 100. yıl dönümü. Sende biliyorsun ki, 100. yıl şerefine diğer uygarlıklardan seçkin savaşçılar gelecek ve onlarla savaşacaksınız. Bu, diğer uygarlıklarla yapacağımız ilk turnuva olacak. ''
-''Hazırlıklarım tam baba. Flarius halkını en güzel şekilde temsil edeceğim, merak etme''
Babam bana derin derin baktı ve sıkıca sarıldı. Bu turnuvada herkes benden ümitliydi. Diğer uygarlıklar, benim ismimi biliyordu, gücümü de. Babam, beni omuzlarımdan tutup, gözleri hafif yaşlı bir şekilde ... ''Dikkatli ol oğlum. Hiçbir şey senin canından kıymetli değil'' dedi. Başımı sallayabildim sadece. Ses çıkaramadım ağzımdan. Şimdiye kadar turnuvalarda ölenler nadirdi. Ama bu turnuva biraz farklı olacaktı. Keskin silahlar kullanmak serbestti ve rakibini öldürmek, yasak değildi. Bu bir nevi uygarlıklar arası ''Güç Karşılaştırması'' idi.
Kardeşim geçen ay, bu turnuvanın iptalini istedi. ''Böyle bir vahşet yerine, daha yapıcı şeylerle uğraşmalıyız '' dedi. Ama yaşlılar bile ona güldüler. Israr edince de babamla arası bozuldu. Babamda tam anlamıyla istemiyordu bu turnuvayı ama. Yapacak bir şey yoktu. Tüm hazırlıklar tamamlandı ve ''Çukur Adası'' turnuva için uygun hale getirildi. Duyduğuma göre, vahşi hayvanlara dokunulmamış. Hatta daha da azdırılmış o hayvanlar. Turnuvaya renk katmak amacıyla olsa gerek. Savaşcı olmak, aynı zamanda doğa şartlarınada uyum sağlamak demekti ne de olsa.
-''Tyros, ne ile uğraşıyorsun ?''
- ''Aa, sen geldin demek Lysromnia. Suyu tüm evlere taşıyacak bir sistem geliştirmeye çalışıyorum.''
-''Ciddi misin ? ''
-''Gayet ciddiyim. Gittikçe büyüyoruz ve nüfusumuz kalabalıklaşıyor. Böyle bir sisteme er yada geç ihtiyaç duyulacak. Senin hazırlıkların tamam mı şu ''Büyük Turnuva'' için ...
Rahatsız olduğu belli bu durumdan. Ama sesinde en ufak bir endişe yok. Bana güveniyor sanırım. Kardeşim olarak bende ona güveniyorum aslında ama babam bile benim için endişelenirken, onun endişelenmemesi biraz tuhaf gelmedi değil.
-''Evet tamam. Yarın gidiyorum adaya. İzlenemiyor olması kötü değil mi ?''
-''Galip zaten belli. Niye izlemek isteyeyim ki ?''
-''Hahaha...''
-''O ada hakkında birtakım söylentiler duydum. Doğru mu duyduklarım ?''
''Çukur Adası'' söylentilere göre, atalarımızın atası olan Seryus o adada büyümüş ve ölmüştü. Cesedini ise bulan yoktu. Söylentilere göre, o adada büyük bir hazine vardı...
-''Seryus hakkındakileri mi soruyorsun ?''
-''Tabiki hayır. O efsaneyi bilmeyen yok. Vahşi hayvanları diyorum.''
-''Hee, doğru evet. Neyse, benim artık gitmem lazım. Kendine iyi bak Tyros. ''
-''Sende Lysromnia. Dikkatli ol, 2 dakikada galip olma, biraz tadını çıkar şu turnavanın''
Biraz dinlenmek için kumsala inmiştim ama uyuyakalmışım. Uyandığımda herkes beni arıyordu. Hazırlıklarımın tam olması iyi oldu. Yoksa gecikecektim. Apar topar eve geldim ve anneme sarıldım. Annem, benim gücümü gayet iyi biliyordu. Aklı, endişelenme diyordu ama kalbi buna izin vermiyordu. Sıkı sıkı sarıldı bana ve bir kolye armağan etti. Anahtar şeklinde, eski bir kolye...
-''Bunu Tyros bulup bana hediye etmişti. Bense bunu sana şans getirsin diye veriyorum.''
Kolyeyi, boynuma geçirdikten sonra anneme bir kere sarıldım ve evden çıktım. Babam beni sandalda bekliyordu. Benim gibi daha bir çok Flarius gencinin babası, oğullarını sandalda bekliyordu. Bu turnuvanın tek iyi yanı ise buydu sanırım. Bu sefer omuz omuza savaşacaktık. ''Iyos, Mıres, Nuyle, Tekip, Edosla'' hepside birbirinden güçlüydü. Biz gençleri uğurlamak için gelen Flarius halkı, çoşmuştu. Bize olan güvenleri tamdı. Bu bana güç vermişti açıkcası. Diğerlerinde güç verdiğine şüphem yoktu...
Sandala bindim ve babamla birlikte adaya doğru yola çıktık. Babam tek bir kelime dahi etmemişti yol boyunca. Bende susmuştum. Zihinsel olarak kendimi hazırlamalıydım. Adaya varmamız 2 saat sürdü. 2 saatin sonunda sandaldan indim. Babama son bir kez bakmak için arkamı döndüğümde, onu ağlarken buldum.
''Yolculuk boyunca kendimi tuttum ama artık tutamıyorum. Kazanmasanda olur. Yalnız bana bir konuda söz ver. Ne olursa olsun, canlı olarak dön!''
Kalbim çok hızlı atıyordu. Yüzüm adeta yanıyordu. Babam gibi güçlü bir savaşçının, benim için böyle sözler söylemesi beni çok mutlu etmişti.
''Söz veriyorum baba. Sağ salim döneceğim''
Turnuvada Flarius gençleri olarak birbirimizle savaşmayacaktık. Ama bu turnuvaya katılan her uygarlıktaki gençlerin bir gözbebeği olur. Tüm dikkatler ondadır. Flarius'un gözbebeği ide bendim. Diğer uygarlıktaki gençlerin ittifak kurup beni önceden alt etmek üzere bir plan yapması bile olası idi. Bu yüzden ''Flarius'' olarak biz bu turnuvadan galip çıkarsak, ben bu turnuvanın galibi gibi bir şey olacaktım. Hatta galiptende öte bir şey...
Diğer arkadaşlarımında, babaları ile vedalaşmalarına izin verdikten sonra. Bir plan yapmak üzere, herkesi başıma topladım. Adaya varan diğer rakiplerin tam olarak nerede olduklarını bilmiyordum. Bu yüzden detaylı bir plan yapmanın anlamı yoktu. Benimle birlikte 6 kişiydik. Bizden başka 3 uygarlık vardı. Bu turnuvaya katılan, ''Weryus'', ''Olumptok'', ''Lyrum'' ... Altışar kişiden, 24 kişi. Bu adadaydık.
-''İkiye ayrılalım. Iyos ve Nuyle, siz benle gelin. Siz üçünüzde şu taraftan gidin. Dağılmamaya çalışın tamam mı ?''
''Peki Lysromnia, dikkatli olun'' demişti Edosla, üçümüze birden sırayla bakarak...
Ada küçüktü ve 2 saat içinde karşılaşırdık diğerleriyle turnuvada en geç sabahleyin biterdi. Sabahleyin babalarımız gelecek ve bizi alıp, gideceklerdi. Bense, akşam olmadan bu işi bitirmek istiyordum. Diğerlerini yakalayıp, sabaha kadar elimizde tutmayı planlıyordum. Kimseyi öldürmek istemiyordum ama öldürmem gerekirse de çekinmezdim.
Hızlı bir şekilde ilerliyorduk ormanda. Iyos iz sürme konusunda iyiydi. O yüzden seçmiştim zaten onu bize yol gösterecekti.
-''Ne taraftan gidelim Iyos ?'' Yerdeki çalılara bakıp, ''Şu taraftan'' dedi. Tam o tarafa yöneldiğimizde, karşımıza bir adam çıktı. Ben refleksif olarak saldıracaktım ama donakalmıştım. Bu ''Lyrum uygarlığından bir yetişkindi. Göğsündeki dövme, o uygarlığın işaretiydi. Bir yetişkinin bu adada ne işi olabilirdi ki ? Bir sorun olduğunu düşündüm ve adama doğru yürüdüm. Tam o sırada arkadan bir sesler duydum ve bunun bir tuzak olduğunu anladım. İmkansızdı ama gerçektende bu bir tuzaktı. Iyos ve Nuyle'ye seslenmeme imkan tanımadan onlara saldırmaya başlamışlardı. Nuyle bana : ''Kaç Lysromnia, biz onları tutarız.''
Böyle bir durumda nasıl kaçabilirdim arkadaşlarımızı bırakıp. Bende saldırmak için Iyos'un yanına gittim ama Iyos birden beni yana doğru itti. Yanda, yakından bakınca farkedilmeyecek bir yokuş vardı. Yokuştan aşağıya yuvarlandım. 10 saniye sonra anca durabildim.
Beni kurtarmışlardı. Orada onlarla savaşsam belki o kadar yetişkini alt edebilirdik ama daha devamı gelecek olsa, hiç şansımız yoktu. Yalnız anlayamıyordum. Bu turnuva, geleneksel bir şeydi ve en ufak bir hatada, uygarlıklar arası savaş çıkabilirdi. Hiçbir uygarlık böylesine bir ihaneti kaldıramazdı. Hele hele Flarius, asla! Peki böyle bir şey nasıl cesaret edilebilinirdi. Yaşlılar diğer uygarlıklarla anlaşmışlardı bunun için. 30 yıldır süren bir barış dönemini nasıl böyle pis bir şekilde bozabilirlerdi ? Anlayamıyordum. Sığınacak bir yer bulmalıydım. Böyle açıkta kalamazdım. Sığınacak bir yer bulup, sabah olmasını beklemeliydim. Sabah olduğunda babam gelecekti. Biz 3 saat içinde eve dönemezsekte tüm Flarius ayağa kalkardı. Bu çok büyük bir meseleydi. Böyle bir şeye kimsenin ihtimal dahi vereceğini düşünmüyorum. Resmen savaş ilan etmişlerdi şuan da. Acaba sadece Lyrum' mu bu işin içindeydi ? Yoksa diğer 3 uygarlıkta bu işin içinde miydi ?
Koşturarak ilerlerken, Edosla'nın grubuyla karşılaşmayı umuyordum. Onlar ne durumdaydı acaba ? Tam bu sırada bir sesler duydum... Hemen yanımdaki çalılıkların arkasına çöküp, onları dinledim.
-''Ne oluyor böyle ya ? Bu yetişkinlerin burada ne işi var ?''
-''Lyrum, hadlerini bilmeyen, alçak herifler!''
Olumptok ve Weryus 'dan oluşan karma bir gruptu bu. Hiç vakit kaybetmeden karşılarına çıktım.
-''Burada ne olduğu ile ilgili sizinde bir fikriniz yok anlaşılan''
-''Sen de kimsin ?'' dedi içlerinden biri .
- ''Flarius, Lysromnia değil mi ?''
Tam bu sırada patırtılar gelmeye başladı yukarıdan. Diğer uygarlıklardan gelen gençlerdi bunlar. İçlerinde Edosla'ta vardı ...
''Lysromnia! Kurtuldun demek. '' deyip yanıma gelmişti. Bütün herkes, tüm dikkatlerini bana verdi.
-''Üzgünüm ama Flariuslu tüm savaşçılar öldü. Sizinle bir 13 kişiyiz. Toplamda da 7 kişinin öldüğünü gördük. Diğer 4 kişi Lyrumlu olsa gerekti. Bu durumda bu adada başka bir müttefiğimiz yok. Güçlerimizi birleştirelim ve sabaha kadar dayanalım bir şekilde''
Lyrum, tek başlarına ne yapmaya çalışıyordu ? Diğer 2 uygarlık bizim yanımızdaydı işte. Tek başlarına ne yapmaya çalışıyorlardı ki ? Diye düşündüğüm sırada, tekrardan bir oyun içinde olabileceğim aklıma geldi. Belkide içimizden bazıları şu anda Lyrum ile müttefikti ve bir tuzak hazırlıyorlardı. O zaman ben kime güvenecektim ? Tam bu sırada içimizden bir tanesi kolyemi çekip aldı boynumdan..
-''Bu kolyeyi nereden buldun?''
-''Annem hediye etti. Kardeşimde, anneme vermiş''
Kolyeyi eline alan, belirli bir yöne doğru koşturmaya başladı ve bir kayalığa geldi. Kayalığın arka tarafında, bir kilit vardı ve anahtar ile o kilidi açtı. Bu da neyin nesiydi böyle ? Kayalık, yer altında bir mağara gibi bir şeyin kapısıydı. Ve mağaranın içerisi altınlarla doluydu. O an herkes, her şeyi anladı. Lyrum, bu altınların peşindeydi. Diğer güç bakımından yoksun ama mühendislik bakımından iyi olan uygarlıklarla alışveriş yapacaktı bu altınlarla. Yalnız Tyros, bu kolyeyi nerden bulmuştu da anneme vermişti ?
Kayalıktan, mağaraya indik ve orada sabaha kadar bekledik. Kayalığın bu mağaranın girişi olduğu belli olmasın diye de bir kamuflaj hazırladı içimizden bir tanesi. Bayağı da yetenekliydi bu işte. Sabah olunca ilk ben çıktım dışarıya. Etrafı kolaçan edip, diğerlerine de yardım ettim dışarı çıkabilmeleri için. Adada biraz bakındıktan sonra farkettik ki, Lyrum çoktan tüymüş.
Diğer uygarlıklardan olan 11 kişi ile iyice kaynaşmıştık gece boyunca. Evlerimize dönünce, nasıl bir açıklama yapacağımızı tartıştık. Altınları 3 uygarlığa, kırışmaya karar verdik kendimizce. Flarius olarak bir sıkıntı olmaz diyorum ben ama, bu kadar çok altın bir savaşa patlak verdirtmez umarım..
Sabahleyin ayrıldık ve evlerimize döndük. 2 gün içerisinde ise, 3 uygarlık olarak toplanıp, ittifak kurduk. Lyrum'u çökerttik. Altınları ise 3 uygarlıkta kırıştırdık. Artık kardeş uygarlıklardık. Diğer 2 uygarlık mühendislik açısından daha gelişmişti. Tyros sık sık onları ziyaret ediyordu bu yüzden. Tyros'a '' Kolyeyi nereden buldun ?'' diye sorduğumda ise. Bana, :'' Su hattı ile ilgili olan projem için kayaları araştırıyordum, bunun için bir kayayı oydum. İçinde bir anahtar buldum ve kolye yapıp, anneme verdim'' dedi. Beni o kayalığa götürmesini istedim.
Adamızın en uç kısmına gittik. Kayalığı bana gösterdiğinde ise şok oldum. O kayalık, Çukur adasındaki kayalığın tıpatıp aynısıydı...
Flarius. Böyle güçlü bir topluluk için fazla nazik bir ad değil mi ? Sayımız az ama dünya üzerindeki uygarlıklar arasında savaş gücü en yüksek olan bizim uygarlığımız. Mühendislik olarak pek gelişmiş sayılmayız ama kardeşim gibi zeki ve üretken insanlar geldikçe, ilerleyeceğimize inanıyorum bu konuda. Yaşlılarda öyle gerici insanlar değil. Sadece kafaları bu işlere basmıyor ve destekleyecek elemanlarımız yok. Ama ben kardeşime inanıyorum. O, bu işlerin temelini atacak kişi!
-''Lysromnia! Buraya gelebilir misin ?''
-''Geliyorum baba. ''
Babam, benimle gurur duyduğunu söyleyebilirim. Böyle konuşmayı pek sevmesemde, gençler arasında en güçlüsü benim. 9 yaşımdayken yapılan turnuvayı yenilgisiz kazanmıştım. 11 yaşımda ise, yetişkinlerle dövüşüyordum. Şimdi 17 yaşımdayın ve gençle arasında rakibim yok diyebilirim.
-''2 gün sonra, uygarlığımızın kuruluşunun 100. yıl dönümü. Sende biliyorsun ki, 100. yıl şerefine diğer uygarlıklardan seçkin savaşçılar gelecek ve onlarla savaşacaksınız. Bu, diğer uygarlıklarla yapacağımız ilk turnuva olacak. ''
-''Hazırlıklarım tam baba. Flarius halkını en güzel şekilde temsil edeceğim, merak etme''
Babam bana derin derin baktı ve sıkıca sarıldı. Bu turnuvada herkes benden ümitliydi. Diğer uygarlıklar, benim ismimi biliyordu, gücümü de. Babam, beni omuzlarımdan tutup, gözleri hafif yaşlı bir şekilde ... ''Dikkatli ol oğlum. Hiçbir şey senin canından kıymetli değil'' dedi. Başımı sallayabildim sadece. Ses çıkaramadım ağzımdan. Şimdiye kadar turnuvalarda ölenler nadirdi. Ama bu turnuva biraz farklı olacaktı. Keskin silahlar kullanmak serbestti ve rakibini öldürmek, yasak değildi. Bu bir nevi uygarlıklar arası ''Güç Karşılaştırması'' idi.
Kardeşim geçen ay, bu turnuvanın iptalini istedi. ''Böyle bir vahşet yerine, daha yapıcı şeylerle uğraşmalıyız '' dedi. Ama yaşlılar bile ona güldüler. Israr edince de babamla arası bozuldu. Babamda tam anlamıyla istemiyordu bu turnuvayı ama. Yapacak bir şey yoktu. Tüm hazırlıklar tamamlandı ve ''Çukur Adası'' turnuva için uygun hale getirildi. Duyduğuma göre, vahşi hayvanlara dokunulmamış. Hatta daha da azdırılmış o hayvanlar. Turnuvaya renk katmak amacıyla olsa gerek. Savaşcı olmak, aynı zamanda doğa şartlarınada uyum sağlamak demekti ne de olsa.
-''Tyros, ne ile uğraşıyorsun ?''
- ''Aa, sen geldin demek Lysromnia. Suyu tüm evlere taşıyacak bir sistem geliştirmeye çalışıyorum.''
-''Ciddi misin ? ''
-''Gayet ciddiyim. Gittikçe büyüyoruz ve nüfusumuz kalabalıklaşıyor. Böyle bir sisteme er yada geç ihtiyaç duyulacak. Senin hazırlıkların tamam mı şu ''Büyük Turnuva'' için ...
Rahatsız olduğu belli bu durumdan. Ama sesinde en ufak bir endişe yok. Bana güveniyor sanırım. Kardeşim olarak bende ona güveniyorum aslında ama babam bile benim için endişelenirken, onun endişelenmemesi biraz tuhaf gelmedi değil.
-''Evet tamam. Yarın gidiyorum adaya. İzlenemiyor olması kötü değil mi ?''
-''Galip zaten belli. Niye izlemek isteyeyim ki ?''
-''Hahaha...''
-''O ada hakkında birtakım söylentiler duydum. Doğru mu duyduklarım ?''
''Çukur Adası'' söylentilere göre, atalarımızın atası olan Seryus o adada büyümüş ve ölmüştü. Cesedini ise bulan yoktu. Söylentilere göre, o adada büyük bir hazine vardı...
-''Seryus hakkındakileri mi soruyorsun ?''
-''Tabiki hayır. O efsaneyi bilmeyen yok. Vahşi hayvanları diyorum.''
-''Hee, doğru evet. Neyse, benim artık gitmem lazım. Kendine iyi bak Tyros. ''
-''Sende Lysromnia. Dikkatli ol, 2 dakikada galip olma, biraz tadını çıkar şu turnavanın''
Biraz dinlenmek için kumsala inmiştim ama uyuyakalmışım. Uyandığımda herkes beni arıyordu. Hazırlıklarımın tam olması iyi oldu. Yoksa gecikecektim. Apar topar eve geldim ve anneme sarıldım. Annem, benim gücümü gayet iyi biliyordu. Aklı, endişelenme diyordu ama kalbi buna izin vermiyordu. Sıkı sıkı sarıldı bana ve bir kolye armağan etti. Anahtar şeklinde, eski bir kolye...
-''Bunu Tyros bulup bana hediye etmişti. Bense bunu sana şans getirsin diye veriyorum.''
Kolyeyi, boynuma geçirdikten sonra anneme bir kere sarıldım ve evden çıktım. Babam beni sandalda bekliyordu. Benim gibi daha bir çok Flarius gencinin babası, oğullarını sandalda bekliyordu. Bu turnuvanın tek iyi yanı ise buydu sanırım. Bu sefer omuz omuza savaşacaktık. ''Iyos, Mıres, Nuyle, Tekip, Edosla'' hepside birbirinden güçlüydü. Biz gençleri uğurlamak için gelen Flarius halkı, çoşmuştu. Bize olan güvenleri tamdı. Bu bana güç vermişti açıkcası. Diğerlerinde güç verdiğine şüphem yoktu...
Sandala bindim ve babamla birlikte adaya doğru yola çıktık. Babam tek bir kelime dahi etmemişti yol boyunca. Bende susmuştum. Zihinsel olarak kendimi hazırlamalıydım. Adaya varmamız 2 saat sürdü. 2 saatin sonunda sandaldan indim. Babama son bir kez bakmak için arkamı döndüğümde, onu ağlarken buldum.
''Yolculuk boyunca kendimi tuttum ama artık tutamıyorum. Kazanmasanda olur. Yalnız bana bir konuda söz ver. Ne olursa olsun, canlı olarak dön!''
Kalbim çok hızlı atıyordu. Yüzüm adeta yanıyordu. Babam gibi güçlü bir savaşçının, benim için böyle sözler söylemesi beni çok mutlu etmişti.
''Söz veriyorum baba. Sağ salim döneceğim''
Turnuvada Flarius gençleri olarak birbirimizle savaşmayacaktık. Ama bu turnuvaya katılan her uygarlıktaki gençlerin bir gözbebeği olur. Tüm dikkatler ondadır. Flarius'un gözbebeği ide bendim. Diğer uygarlıktaki gençlerin ittifak kurup beni önceden alt etmek üzere bir plan yapması bile olası idi. Bu yüzden ''Flarius'' olarak biz bu turnuvadan galip çıkarsak, ben bu turnuvanın galibi gibi bir şey olacaktım. Hatta galiptende öte bir şey...
Diğer arkadaşlarımında, babaları ile vedalaşmalarına izin verdikten sonra. Bir plan yapmak üzere, herkesi başıma topladım. Adaya varan diğer rakiplerin tam olarak nerede olduklarını bilmiyordum. Bu yüzden detaylı bir plan yapmanın anlamı yoktu. Benimle birlikte 6 kişiydik. Bizden başka 3 uygarlık vardı. Bu turnuvaya katılan, ''Weryus'', ''Olumptok'', ''Lyrum'' ... Altışar kişiden, 24 kişi. Bu adadaydık.
-''İkiye ayrılalım. Iyos ve Nuyle, siz benle gelin. Siz üçünüzde şu taraftan gidin. Dağılmamaya çalışın tamam mı ?''
''Peki Lysromnia, dikkatli olun'' demişti Edosla, üçümüze birden sırayla bakarak...
Ada küçüktü ve 2 saat içinde karşılaşırdık diğerleriyle turnuvada en geç sabahleyin biterdi. Sabahleyin babalarımız gelecek ve bizi alıp, gideceklerdi. Bense, akşam olmadan bu işi bitirmek istiyordum. Diğerlerini yakalayıp, sabaha kadar elimizde tutmayı planlıyordum. Kimseyi öldürmek istemiyordum ama öldürmem gerekirse de çekinmezdim.
Hızlı bir şekilde ilerliyorduk ormanda. Iyos iz sürme konusunda iyiydi. O yüzden seçmiştim zaten onu bize yol gösterecekti.
-''Ne taraftan gidelim Iyos ?'' Yerdeki çalılara bakıp, ''Şu taraftan'' dedi. Tam o tarafa yöneldiğimizde, karşımıza bir adam çıktı. Ben refleksif olarak saldıracaktım ama donakalmıştım. Bu ''Lyrum uygarlığından bir yetişkindi. Göğsündeki dövme, o uygarlığın işaretiydi. Bir yetişkinin bu adada ne işi olabilirdi ki ? Bir sorun olduğunu düşündüm ve adama doğru yürüdüm. Tam o sırada arkadan bir sesler duydum ve bunun bir tuzak olduğunu anladım. İmkansızdı ama gerçektende bu bir tuzaktı. Iyos ve Nuyle'ye seslenmeme imkan tanımadan onlara saldırmaya başlamışlardı. Nuyle bana : ''Kaç Lysromnia, biz onları tutarız.''
Böyle bir durumda nasıl kaçabilirdim arkadaşlarımızı bırakıp. Bende saldırmak için Iyos'un yanına gittim ama Iyos birden beni yana doğru itti. Yanda, yakından bakınca farkedilmeyecek bir yokuş vardı. Yokuştan aşağıya yuvarlandım. 10 saniye sonra anca durabildim.
Beni kurtarmışlardı. Orada onlarla savaşsam belki o kadar yetişkini alt edebilirdik ama daha devamı gelecek olsa, hiç şansımız yoktu. Yalnız anlayamıyordum. Bu turnuva, geleneksel bir şeydi ve en ufak bir hatada, uygarlıklar arası savaş çıkabilirdi. Hiçbir uygarlık böylesine bir ihaneti kaldıramazdı. Hele hele Flarius, asla! Peki böyle bir şey nasıl cesaret edilebilinirdi. Yaşlılar diğer uygarlıklarla anlaşmışlardı bunun için. 30 yıldır süren bir barış dönemini nasıl böyle pis bir şekilde bozabilirlerdi ? Anlayamıyordum. Sığınacak bir yer bulmalıydım. Böyle açıkta kalamazdım. Sığınacak bir yer bulup, sabah olmasını beklemeliydim. Sabah olduğunda babam gelecekti. Biz 3 saat içinde eve dönemezsekte tüm Flarius ayağa kalkardı. Bu çok büyük bir meseleydi. Böyle bir şeye kimsenin ihtimal dahi vereceğini düşünmüyorum. Resmen savaş ilan etmişlerdi şuan da. Acaba sadece Lyrum' mu bu işin içindeydi ? Yoksa diğer 3 uygarlıkta bu işin içinde miydi ?
Koşturarak ilerlerken, Edosla'nın grubuyla karşılaşmayı umuyordum. Onlar ne durumdaydı acaba ? Tam bu sırada bir sesler duydum... Hemen yanımdaki çalılıkların arkasına çöküp, onları dinledim.
-''Ne oluyor böyle ya ? Bu yetişkinlerin burada ne işi var ?''
-''Lyrum, hadlerini bilmeyen, alçak herifler!''
Olumptok ve Weryus 'dan oluşan karma bir gruptu bu. Hiç vakit kaybetmeden karşılarına çıktım.
-''Burada ne olduğu ile ilgili sizinde bir fikriniz yok anlaşılan''
-''Sen de kimsin ?'' dedi içlerinden biri .
- ''Flarius, Lysromnia değil mi ?''
Tam bu sırada patırtılar gelmeye başladı yukarıdan. Diğer uygarlıklardan gelen gençlerdi bunlar. İçlerinde Edosla'ta vardı ...
''Lysromnia! Kurtuldun demek. '' deyip yanıma gelmişti. Bütün herkes, tüm dikkatlerini bana verdi.
-''Üzgünüm ama Flariuslu tüm savaşçılar öldü. Sizinle bir 13 kişiyiz. Toplamda da 7 kişinin öldüğünü gördük. Diğer 4 kişi Lyrumlu olsa gerekti. Bu durumda bu adada başka bir müttefiğimiz yok. Güçlerimizi birleştirelim ve sabaha kadar dayanalım bir şekilde''
Lyrum, tek başlarına ne yapmaya çalışıyordu ? Diğer 2 uygarlık bizim yanımızdaydı işte. Tek başlarına ne yapmaya çalışıyorlardı ki ? Diye düşündüğüm sırada, tekrardan bir oyun içinde olabileceğim aklıma geldi. Belkide içimizden bazıları şu anda Lyrum ile müttefikti ve bir tuzak hazırlıyorlardı. O zaman ben kime güvenecektim ? Tam bu sırada içimizden bir tanesi kolyemi çekip aldı boynumdan..
-''Bu kolyeyi nereden buldun?''
-''Annem hediye etti. Kardeşimde, anneme vermiş''
Kolyeyi eline alan, belirli bir yöne doğru koşturmaya başladı ve bir kayalığa geldi. Kayalığın arka tarafında, bir kilit vardı ve anahtar ile o kilidi açtı. Bu da neyin nesiydi böyle ? Kayalık, yer altında bir mağara gibi bir şeyin kapısıydı. Ve mağaranın içerisi altınlarla doluydu. O an herkes, her şeyi anladı. Lyrum, bu altınların peşindeydi. Diğer güç bakımından yoksun ama mühendislik bakımından iyi olan uygarlıklarla alışveriş yapacaktı bu altınlarla. Yalnız Tyros, bu kolyeyi nerden bulmuştu da anneme vermişti ?
Kayalıktan, mağaraya indik ve orada sabaha kadar bekledik. Kayalığın bu mağaranın girişi olduğu belli olmasın diye de bir kamuflaj hazırladı içimizden bir tanesi. Bayağı da yetenekliydi bu işte. Sabah olunca ilk ben çıktım dışarıya. Etrafı kolaçan edip, diğerlerine de yardım ettim dışarı çıkabilmeleri için. Adada biraz bakındıktan sonra farkettik ki, Lyrum çoktan tüymüş.
Diğer uygarlıklardan olan 11 kişi ile iyice kaynaşmıştık gece boyunca. Evlerimize dönünce, nasıl bir açıklama yapacağımızı tartıştık. Altınları 3 uygarlığa, kırışmaya karar verdik kendimizce. Flarius olarak bir sıkıntı olmaz diyorum ben ama, bu kadar çok altın bir savaşa patlak verdirtmez umarım..
Sabahleyin ayrıldık ve evlerimize döndük. 2 gün içerisinde ise, 3 uygarlık olarak toplanıp, ittifak kurduk. Lyrum'u çökerttik. Altınları ise 3 uygarlıkta kırıştırdık. Artık kardeş uygarlıklardık. Diğer 2 uygarlık mühendislik açısından daha gelişmişti. Tyros sık sık onları ziyaret ediyordu bu yüzden. Tyros'a '' Kolyeyi nereden buldun ?'' diye sorduğumda ise. Bana, :'' Su hattı ile ilgili olan projem için kayaları araştırıyordum, bunun için bir kayayı oydum. İçinde bir anahtar buldum ve kolye yapıp, anneme verdim'' dedi. Beni o kayalığa götürmesini istedim.
Adamızın en uç kısmına gittik. Kayalığı bana gösterdiğinde ise şok oldum. O kayalık, Çukur adasındaki kayalığın tıpatıp aynısıydı...
Alquimia
Spoiler:
BİR BOYUTSUZUN ANILARI
Sıcak, ıslak, çok ışıklı... Gözlerim yanıyor acaba neden? Peki bu tatlı ürperti nedir? Rüzgar olmalı. Bu mükemmel koku ve ayaklarımı okşayan ılık su nedir? Okyanus. Ben böyle bir şey hatırlamıyorum. Mevsim yaz bile değil ki. Yoksa yaz mıydı? Gözlerimi yavaşça araladım, ışık hücum etti. Yanıyordum ama bu kadar kuvvetli hissetmemiştim güneşi. Dirseklerimin üstünde durup biraz etrafa bakmayı düşündüm, sandığımdan güç kalktım ve o an elimde bir şey olduğunu hissettim. Bu başka bir el. Benden daha beyaz, bembeyaz. Uzun parmaklar, uzun tırnaklı, siyah ojeli. Gözlerim hevesle yüzüne baktı yanımda yatan beyaz saçlı, genç yakışıklı bir surat. İnce yapılı bir vücut, çelimsiz dediğiniz türden. Peki neden elini tutuyorum? Tanımıyorum ki. Elimi hafifçe ondan çektim. Biraz daha doğruldum, yavaşça kalktım. Vücudum uzun bir uykudan kalkmış gibi zor hareket ediyordu. Burada ne kadar yattığımı bilmiyorum, kuruyan kumlar kalkmamla birlikte yavaş yavaş dökülüyor. Algılayabildiğim kadarıyla bu bir ada. Üzerimdeki kıyafetlerse bunu doğrular nitelikte, belli ki buraya planlı geldim fakat çevrede insan göremiyorum ve kumsalda baygın yatmama bir anlam veremiyorum. Kumlarda bata çıka ilerliyorum, kumun sertleştiğini hissettiğim yerde durup elini tuttuğum adama bakıyorum. Nefes alıyordu ama açıkçası ondan korktum. Masum bir yüze sahip olsa da korktum, hayatımda gördüğüm en yakışıklı adam olsa da korktum. Normalde böyle şeylere aldırmazdım, ben hep ilk görüşte aşık olurum, nasıl da pervasızımdır. ama burası farklı. Burası bildiğin ıssız ada. Nereye gitmem gerektiğini bilmiyorum. Derin bir nefes alıp ormana mı dalayım? Bu çok klişe değil mi? Bir rüya mı? Ah evet rüyadır. Yalnız ben kolay kolay uyanamam sizi uyarmalıyım. Rüya diye de hevesiniz kırılmasın, ilginç olabilir. Eh rüyaysa böceklerden ve vahşi hayvanlardan korkmam anlamsız ben buradan düz gideyim. "Beni arkada bıraktığına inanamıyorum, bu senin teşekkür etme biçimin mi?" dedi, sahildeki beyaz saçlı çocuk. Birden yanımda belirivermesiyle irkildim haliyle. Özür diler gibi baktı. Gri gözleri sevgi doluydu, ondan ürkmem dünyanın en saçma şeyiymiş gibi hissettim "Nereye gideceğini biliyor musun?" Başımı iki yana salladım. Bileğimden tuttu, itiraz etmeden peşinden sürüklendim. Güvenden değil de çaresizlikten işte, biraz da merak. Hayalimin tam aksi bir ormandı ya da girişi pek de vahşi değildi, çok geçmeden de bir patika gördük. Acaba burada ne kadar kalmıştı ki? Bu bayağı uğraşılmış bir patika. Onun arkasından şöyle bir bakıyorum da birine benziyor sanki. Bir dakika, size tarif ettiğim bu adam Kaneki Ken? "Kaneki?" ağzımdan kaçıverdi, durmadan devam etti. "Adın nedir?" diyebildim en sonunda. "Ah afedersin, ben Alfa". Arkasını dönmedi. Ağzımı açmak üzereyken bileğimi yavaşça bıraktı. Geldik. Gördüklerime inanamadım, burada küçük bir köy var. "Kane...ay Alfa! Bu insanlar?" Gördüklerimi anlatayım; tek tek sayamadım ama on kadar insan, bilmiyorum onları insan olarak seçemiyorum bende garip bir his oluşturdular gördüğümde. Ayırt edilebilir tek yanı yüz ifadeleri. Kesinlikle! Tam karşımdaki bıkmış biri, onun yanındaki şaşırmış; şaşkının solundaki özlediği birine bakıyormuş gibi. Bunu size nasıl anlatsam bilemiyorum. Ve küçük adanın el verdiği ölçüde yapılabilecek en güzel kulübeler var. "Ai, bir misafirin var!" Kulübelere dalmış bakarken, Alfa yüzünde en sıcak ifadeye sahip olan güzeller güzeli bir kıza beni işaret etti. Büyüleyici biri... Bu da kim böyle? Adına Ai dediği kız adeta bir tanrıçaydı. Bana uzaktan gülümseyip uçar gibi hafif adımlarla yanıma geldi. Yakından da öyle güzeldi ki! Ben Ai'ye dalgın dalgın bakarken Alfa yorgunluk, uyumak,yol vs. gibi şeylerden bahsediyordu. Sahiden halsizdim hala; burası neresi, bana ne oldu, Alfa beni tanıyor gibi neden konuşuyor... Ah bilmiyorum. Ai beni kabul ederse misafiri olabilirim, öyle ki kibarlık bile edemeyeceğim sadece sonsuz bir minnet duyabilirim şu anda ona.
O geceden hatırladığım koca bir hiç. Zihnim oldukça bulanık, kalktığımda kendimi oldukça dinç hissettim. Çok mu uyumuştum acaba? Kendimi öyle bir unutmuşum ki; nerede olduğumu anlamam için kalıp biraz gezinmem gerekti. Ai'nin kulübesindeydim ve Alfa... Alfa!? Alfa nerede? O bana kesinlikle cevap verir. O heyecanla dışarı fırladım, ah gece! Kapkaranlık ve soğuk hava. Geldiğimde aydınlık ve sıcacıktı. Gözlerim yavaş yavaş karanlığa alıştığında, ay ışığının da yardımıyla bir kaç metre ileride ağaca yaslanmış eliyle dumanı yönlendiren bir adamı gördüm. Alfa'nın arkadaşlarından biri galiba. Zar zor seçiyorum, bu adam sigara içiyor! Biraz daha yaklaştım, beni fark etti. Elini hafifçe aşağıya kaydırdı, kaygı duyuyor gibi değildi ama sigarası bitmediği halde ondan kurtulmak ister gibi bir hali vardı. Benim ona yaklaşmam onu huzursuz mu etti acaba? Belki de bir kaç şey söylesem... "Merhaba,ben şey ben adaya yeni geldim de haha tabi ki isteyerek değil, Alfa beni buraya getirdi. Siz de burada mahsur kalan birisiniz galiba?" İsmimi söylemek üzereydim ama bekleyin, tuhaflıklar silsilesi bilmem kaçıcı perde! İsmimi hatırlamıyorum! Bu tuhaflığı tabi ki de yeni tanıştığım bu adama fark ettirmedim. Konuşmamdan cesaret alarak ona biraz daha yaklaştım. Anda altın sarısı meydan okuyan gözlerini ve alev kırmızısı saçlarını gördüğümde zihnime bir şey hücum etti. Yanımdaki ağaca yalpalayarak zar zor tutundum, nedenini bilmiyorum. Bu hücum eden her neyse beynimi büküyor adeta, titriyorum, vücudum kontrolümden çıkıyor. Daha fazla bir şey söyleyebilir miyim size bilmiyorum! Tek bildiğim, yer bana çok yakın...
Merhaba ben Alfa, size artık gerçeği anlatabilirim sanıyorum. Önümde titreyerek ağlayan, bir eliyle düşmemek için yanındaki ağaçtan destek alan diğeriyle başını kavramış ne yapacağını bilemez halde acı çeken bu kız da Teta. Bu onun gerçek adı değil tabi, benimkinin Alfa olmaması gibi. Bizim gibilerin gerçek adı olmaz zaten. Bizim gibiler derken açıklayayım; biz psişik polisleriz. Doğarken psişik güçlerle doğarız ve tarayıcı psişikler dediğimiz kişiler açığa çıkan bu güçleri seçerek bizi acımadan bulurlar. Ailelerimizden alınırız. Devletlerin gizli projeleri olarak özel eğitimlerden geçeriz amacımız ruhsal dünyayı kontrol etmek. Biraz daha açmak gerekirse; madde dünyasında yasalar olduğu gibi ruhsal dünyanın da yasaları vardır. Bu yasalara karşı gelen herhangi bir varlığa, yapılan kadim anlaşmalar ve temel evren yasaları çerçevesinde yaptırımlar uygulanır biz de bunların aracıyız. Teta ve benim durumuma dönecek olursak... Ben dünyanızı kandırdım. Aslında ben değil kötü niyetli bir tarayıcı psişik tarafından kandırıldınız. Çünkü ben dünyanın psişiği olacak bir varlık değilim. Ben boyutsuz bir varlığım yani insan değilim dünyaya ait değilim. Ayrıca bedenlerden nefret ederim, kısıtlandığımı düşünüyorum fakat siz insanlarla iletişim aracım bu. Eskiden kendimi saklamak için beni dünyada alıkoyan şeylere boyun eğmiştim ama artık bir korkum yok, bir tarafım yok. Teta benim çocukluk arkadaşım, tek arkadaşım, o benim kimliğimi açığa çıkardığından beri özgürüm aslında! Korkacak bir şeyim kalmadı, anlıyor musunuz? Ama bu kız aynı zamanda sürekli karşımda bulduğum bir düşman. "Galiba yolun sonundasın ha Teta?"Yavaş yavaş toparlanıyor gibiydi. Onun tanrısına gerçekten isyan ediyorum, neden o gerçek beni bilmek zorundaydı ki? Neden Teta olmak zorundaydı? Adanın gecesi kadar siyah gözlerini görebiliyorum beyaz teninde siyah bir inci gibiler, onlar hep böylelerdi. Bir daha görebilecek miyim onları?
"Öyle mi dersin? Ne yapmaya çalıştığını anlayınca gerçekten hayal kırıklığına uğradım çünkü beni tanımıyormuş gibi davranıyorsun! İnsanlığımı araya koyarak bir seçim yapmamı istedin öyle mi? Peki onları tek tek öldürebilirsin hadi insanlığımı yok et! Anlamadım mı sandın?" Başını çevirip bir küfür etti, tam duyamadım fısıltı gibiydi. O böyle şeylerden nefret eder ama yaptıysa kızgın olmalı, gerçekten. İtiraf edeyim beni şaşırttı! Bu adanın bir ilüzyon olduğunu anlardı elbette ama insanların onun duygularının cisimlenmiş hali olduğunu anlaması...vaov!
"Öncelikle anılarını bu kadar çabuk alabilmene şaşırdım, evet Ai ve diğerleri aslında bu adada kalakalmış insanlar değiller, bu ruhun, bedenin ve onlar sensin! Ve bu "an" da seninle son karşılaşmam olacak..." Peşimden gelmemeni söylemiştim, güvende olmanı istemiştim, lanet olsun sadece istediğimi yapmak istemiştim! Bunları yaparken incinmeni istemedim! Bunları düşünürken gözümün ortasına bir yumruğu yemiştim bile. Ben ne istiyorum ki? Teta'ya karşılık verebilir miyim cidden? Ve karnıma sert bir tekme! Ve sırtıma çarpan sert yüzey, sevgili yer küre! Tekmeler, yumruklar,seri sert hareketler... "bu kadar erken toparlanmanı beklemiyordum" Beklenen son, Teta beni yere yatırmış bileklerimden tutup hareket etmemi engelliyordu. Dahası zaten hareket etmek gibi bir niyetim yoktu. Tependen bakışlarıyla devam etti. "Bugün de Mikoto Suoh olmuşsun! O adama zaafım var pislik! Güçlü vuramadım!" "Güçlü vuramadın?" Bileğimin kontrol edebildiğim tarafıyla yumruklarının etkisiyle yüzümde olmuş olması muhtemel morlukları işaret ettim. "Zahmet edip bana böyle bir sahne hazırlamışsın tamam da neden düzgünce mücadeleye girmiyorsun Alfa? Bunu hakaret kabul edip daha da sinirleniyorum. Duygularım değerliler ama insan olarak var olmanın bir çok sebebi var!" Ellerimi bıraktı. Derin bir nefes alıp ellerini başının altına koyup yanıma uzandı. " Onlar hala benim parçam olduğu için hissediyorum, yaşıyorlar. Duygularımı öldürmemişsin." Son cümlesini gülerek söyledi. "Peki sen neden bana direkt bir zihinsel saldırı yapmıyorsun?" Fark etmeden fena halde kaşlarımı çattığımı fark ettim, insan bedeni ne tuhaf şey! Teta'yı buraya tutsak etmemin sebebi apaçık ondan kurtulmak istememdi ya da gitmeden onu son kez görmek istemem... Neler diyorum böyle? Yüzünü bana doğru döndü ben de ona doğru döndüm. Ona uzun zamandır bu kadar yakın olmamıştım. "Hey Alfa, sen bildiğim bir çok insandan daha insansın." Dudaklarının aynı anda yukarı kıvrılması bana tuhaf bir şey yaptı. Tuhaf bir şey işte anladınız mı? Dirseğini kuma geçirip destek aldı, ayağa kalktı.Arkası dönük ama sesi gürdü. "Nasıl yaşarsan yaşa, mutlu yaşa tamam mı? Sana güveniyorum!" "Ah demek çıkış yolunu buldun!" "Buldum, insanlarımı alıp gideceğim bir itirazın var mı?" "Ben... hayır yok, git buradan" "Öyleyse hoşçakal Alfa..."
Silvers Rayleigh
Spoiler:
KIZIL
Uçurumun kenarında yayvan bir kayanın üstüne oturdu.Adadaki en iyi manzaralı yer burasıydı.Boşlukla arasında ancak bir adım kadar mesafe vardı.Aşağıya baktı.Sonunu göremedi.
Umursamadan kafasını kaldırdı.Güneş batıyordu.Güneş batarken oluşan loş kızıl manzara,bu adanın hoşuna giden tek özelliğiydi.Zehra'yı hatırlatıyordu ona.Tam bir çapkın olmasına rağmen Zehra'nın yeri ayrıydı onda.Her hafta başka kadınla gittiği pavyonda gözlerini Zehra'dan alamazdı.Rengarenk sahne ışıkları altında kıpkızıl saçlarıyla süzülürken Zehra göz kırpmıştı ona birgün.Belki birgün daha göz kırpar diye hastalık,iş,güç bahane etmeksizin her hafta aynı masada dinlerdi Zehra'yı.Her şarkısının başında bir sigara yakar,sigaranın her nefesinde gözlerini kısar,Zehra'nın gözlerine dalardı bir işaret için.Uçak kazasından beri hasretti pavyona.
Mavi rengi iyice soluklaşmış,buruşuk kot gömleğinin cebinden son sigarasını çıkardı.Pavyona giderken hep canti giyinirdi ama burada bulabildiği en iyi şey buydu.Bu önemli güne sağ diz bölgesi yırtık,rengi atmış lacivert kot pantalonun üstüne bu gömleği giyerek hazırlanmıştı.Gözlerinin önünü kapatan saçlarını beş dişi kalmış bir tarakla zar zor da olsa arkaya doğru taramış,ön tarafından patlak vermiş siyah spor tarzda kışlık ayakkabılarını deniz suyuyla olabilidiğine temizlemişti.
Yavaş yavaş ağzına götürdü sigarayı.Her saniye ile birlikte yüreğinde artan bir isteksizlik vardı.Hayatında ilk defa yapacağı bir şeyin pişmanlığını öncesinden yaşıyordu.Sanki birileri çıkıp gelecek ve ona kızacakmış gibi hissediyordu.İmkansızlığa güldü.
İki tane kibrit çöpünü aynı anda ateşleyip sigarasını yaktı.Kibrit kutusunu yana attı.Zehra'yı görmek için gittiği pavyona götürdüğü kızlara da böyle davranıyordu.Bugüne kadar el üstündeydiler ama artık hiçbir önemleri kalmamıştı.
Sigarasından derin bir nefes aldı.En son ne zaman böyle bir nefes aldığını hatırlamıyordu.Bu adada en aydınlık,temiz havada bile karabulutların altındaymış gibi hissediyordu.Spor yapan astım hastaları gibi nefes almakta zorlanıyordu artık.Yağmur yağdığında bir ağaç kovuğuna girip ağlıyor,şimşek çakarken boğulurmuşçasına gözleri yuvalarından dışarı çıkıyordu.
Sigaradan bir nefes daha aldı.Bu sefer az çekti.Zamanının geldiğini bilse de içinden bir parça bitmesini kabullenemiyordu.Adaya ilk düştüğünde de böyleydi.Adayı karış karış defalarca turlamış olmasına rağmen ıssızlığı kabullenememişti.Karnı acıktığında hayvanları avlamak zorunda olduğunu kabullenmesi de epey zaman almıştı.O gün Zehra'nın ona değil de arka masadakine göz kırptığını ise asla kabullenememişti.
Sigaradan küçük bir nefes daha çekti.Pişmanlığın yanına korku da katıldı bu sefer.Bu değişik bir korkuydu.Korkusuz bir erkek olmadığını kendi de biliyordu.Bu sefer farklıydı ama.Ne küçüklüğünde babası döverken yaşadığı korku,ne de uçağı düşerken yaşadığı korkuydu bu.Bu sefer kendi ipini kendisi çekiyordu.
Sigaradan bir nefes daha çekti.Kalp atışları iyice hızlanmıştı.Dizleri titriyordu.Dizlerinin titremesini kendine yakıştıramadı.Adada defalarca vahşi hayvanlara karşı savaşmıştı.Bir keresinde ufak da olsa bir kaplanla dalaşa girip,elindeki tek rambo bıçağıyla onun hakkından gelmişti.O durumda bile dizleri titrememişti.Dizlerinin korkudan titrediğini sanıyordu.Esas sebebi ise çaresizlikti.
Batmak üzere olan Güneş'e bakıp gülümsedi.Bu kızıl onu hep sakinleştirirdi.Adadaki ilk sigarasını da Güneş'in bu haline bakarak içmişti.İlk sigarasını içerken de Zehra'yı sayıklıyordu.O gün ile bugün arasındaki tek fark gözleriydi.Bir insanın gözlerine bakarak sevgiyi,neşeyi,hüznü görebilen biriydi.Eğer bugün kendi gözüne baksaydı,ölümü görürdü.Gözleri artık ölü bakıyordu.
Gözlerini kısarak sigarasını derin derin içmeye devam etti.Tıpkı eski günlerdeki gibi.Her dumanla birlikte Zehra'nın farklı bir şarkısını dillendirdi.Güneş ufuktan parladıkça Zehra'nın ona göz kırptığını düşünüyordu.Zehra'yı Güneş,Güneş'i Zehra yapmıştı.Adada bir süredir çıldırmanın eşiğinde,yalnızlığını ancak böyle baltalayabiliyordu.
Sigarasından son dumanı çekerken sakinleşmişti.Aklından binlerce düşünce akıyordu ama hiçbirini yakalayamıyordu.Şehrin karmaşasını ve adanın sakinliğini aynı anda hissetti.En büyük hasmına duyduğu nefreti ve en yakın dostuna duyduğu sevgiyi aynı anda hissetti.Tüm hayatını bir anda baştan yaşıyor gibiydi fakat odaklanabildiği tek bir düşünce bile yoktu.
Yavaşça ayağa kalktı.Adaya ilk düştüğünde ümitliydi.Her ay bir sigara içerek bir paket sigarası bitmeden kurtulma planları yapıyordu.Yirmi kişilerdi ve yirmi adet sigarası vardı.Hoş tesadüftü.En azından ümitli olduğu zamanlar böyle düşünüyordu.Şimdi koskoca adada yalnızdı.Son sigarası da bitmişti.
Parmaklarını gevşeterek izmariti olduğu yere bıraktı.Artık hiçbir dayanağı kalmamıştı.Tüm o insanları tek tek hatırladı.Sanki hiçbiri ölmeyecekmiş gibiydi.Hastalığa yenilenler,hayvanlar tarafından öldürülenler,zehirli bitkiler yiyenler..Gözlerinden yaşlar döküldü. Uçak kazasından önce hiçbirini tanımıyordu fakat şimdi herbiri için ailesi gibi üzülüyordu.Onlarla endişelerini,korkularını,hayallerini paylaşm
Modlar niye yarışmaya katılamıyor yau? Saçma değil mi?
Edit: Heh, SanJi eklenmiş ankete. Artık oy kullanabilirim clkjvb
Yalnız Sere, "Sanji mod olduğundan unvan ikinci olana gidecektir." dediğine göre SanJi'nin birinci olacağına inanıyorsun içten içe cvklbnj SanJi birinci olmazsa, unvan yine ikinci olana mı gidecek? KFM KRŞTI.S.S.SD.D.S:sS:s.ss
Edit: Heh, SanJi eklenmiş ankete. Artık oy kullanabilirim clkjvb
Yalnız Sere, "Sanji mod olduğundan unvan ikinci olana gidecektir." dediğine göre SanJi'nin birinci olacağına inanıyorsun içten içe cvklbnj SanJi birinci olmazsa, unvan yine ikinci olana mı gidecek? KFM KRŞTI.S.S.SD.D.S:sS:s.ss
müzik, her daim.
Bu mesaja teşekkür edenler (3 kişi): Marisa Kirisame, prenses serenity, SanJi
Bu mesaja teşekkür edenler (1 kişi): SanJi
Bu mesaja teşekkür edenler (1 kişi): Silvers Rayleigh
Bu mesaja teşekkür edenler (1 kişi): Silvers Rayleigh
Bu mesaja teşekkür edenler (1 kişi): Alquimia
Bu mesaja teşekkür edenler (1 kişi): Silvers Rayleigh
Bu mesaja teşekkür edenler (2 kişi): Silvers Rayleigh, Law
Sayfaya git: 1, 2, Sonraki | |
1. sayfa (Toplam 2 sayfa) [ 12 mesaj ] |
Bu forumda yeni başlıklar açamazsınız Bu forumdaki başlıklara cevap veremezsiniz Bu forumdaki mesajlarınızı değiştiremezsiniz Bu forumdaki mesajlarınızı silemezsiniz Bu forumdaki anketlerde oy kullanamazsınız |
Manga Türkiye - Anime ve Manga Sitesi © 2003 - 2021