Şafaktan Doğan Gece |
Yazar
Mesaj
İki bardak nescafenin sonucu olarak uyuyamadım ve bari bir işe yarayayım diyerek paslanmış kelimeleri çözeyim dedim. Ortaya bu çıktı. Umarım beğenirsiniz.
Başımı parlak bilgisayar ekranından kaldırıp sağ tarafımdan gelen esintinin kaynağına, açık pencereme çevirdim. Son baktığımda siyah ve yoğun olan gece, yerini gümüş ve saydam bir şafağa bırakmıştı. İç geçirdim, kendimi otome oyunlarına vurduğum usanmaz bir gece daha olmuştu. Annem, kapı aralığından bas bas bağırıyordu.
''Yoake, o aptal aletin başından hemen kalkmazsan yapacaklarımı iyi biliyorsun haberin olsun!''
Bilgisayarın fişini çekiverdim. Şaşırmıştı; söylediklerini hiç bir zaman anında yapmazdım, bu bir ilkti. Gökyüzü şimdi iyice aydınlanmıştı. Üstüme yağmurluğumu çekip spor ayakkabılarımı giydim. Annemi itekleyerek odadan çıktım. Arkamdan bakakaldı. Ne olduğunu anlamamıştı. Kapıyı çarpıp çıktım. Kulaklıklarımı kulağıma hışımla geçirdim, hiç bir şeyi duymak istemiyordum. Adele'in sesinin dünyama yayılmasıyla koşmaya başladım. Serinliğe karşı koşmak her zaman hoşuma gitmişti. Ana caddeye dek koştum, caddenin köşesindeki taksi durağına yöneldim. Durakta bulunan tek taksinin içinde uyuyan şişman, şapkası yüzüne düşmüş adamcağızı sarsarak uyandırdım.
''Tony, Tony uyansana!''
Yerinden sıçradı ve kolunu direksiyona, başını ise tavana çarptı. Sonra durup bana baktı. İtalyan aksanlı yarım yamalak Japoncasıyla beni azarlamaya koyuldu.
''Ha, ne, neler oluyor?! Senin bu saatte benimle ne alıp veremediğin var küçük hanım?''
Kapıyı açıp taksiye atladım.
''Sahil yakasına gideceğiz. Gazla!''
Aynadan bana bakıp kollarını sıvadı. Sol kaşını ve aynı taraftaki dudağının kenarını kaldırmıştı. Yüzündeki beyaz sakalları titredi ve ellerini ovuşturdu.
''Öyle istiyorsan gidiyoruz bakalım!''
Biraz sonra kıyının kenarındaki yolda duruyorduk. Parayı uzattım ve taksinin kapısını kapattım. Kumsalın beni çeken kumlarının üstünde kayıyordum şimdi. Ayakkabılarımı elime aldım ve dalgalara basa basa yürümeye başladım. Arada durup doğmakta olan güneşe baktım. Bu dünyada iğrenç olmayan nadir şeylerden biri olan güneş, benim soyut dünyamda bir türlü doğmuyordu. Yıllardır otome oyunlarına tıkılıp kalmış, kahramanımın hayali kollarına kendimi bırakmıştım. Dünya denen bu fabrikada umduğum -veya ummadığım- tipte bir beyaz atlı prens olduğunu sanmıyordum. İsmimin anlamı ''şafak'' olmasına rağmen kendi hayallerimde gece hakimdi. Gökyüzündeki pembeleşmiş bulutlara karşılık üstüme çöken bulutlar griydi. Bir yerlerden gelen bir saat vurması sesiyle irkildim. Bugün de okula geç kalacaktım ve bu umrumda bile değildi.
Gördüğüm bir şezlongun üstüne oturup önce çoraplarımı sonra da spor ayakkabılarımı giydim. Sokak üzerindeki yeni açılmakta olan dükkanlardan birine girip kocaman bir ramen yedim. Bir tane daha, bir tane daha... Kenimi doymuş hissedemiyordum. Bana resmen giren ve okula -oldukça dolanan bir- otobüsle gitmek zorunda kalmama neden olan hesabı öderken farkettim ki bu boşluk, midemden kaynaklanmıyordu. Zihnimdeydi bu boşluk. Ürkmüştüm, bu düşünceden kurtulmak için otobüs durağına dek koştum. Kendime pencere kenarında bir yer bulup başımı pencereye yasladım. Sahilden okuluma olan yol, dolanacak olan otobüsle 1,5 saat tutuyordu ki bu da bana uyuma şansı veriyordu çünkü gözlerimi zor açık tutuyordum. Saate baktım; yedi buçuktu. Ders sekizde başlayacaktı. İç çekip dışarıyı izlemeye başladım. Yamaçların kenarına kurulmuş sahil kasabası evlerini izlerken uyuyakalmıştım. Rüyam çok karmaşık ve derindi fakat başımı öndeki koltuğa şiddetle çarpmamla uyandım. İnmem gereken duraktan iki durak sonrasıydı bulunduğum yer. Alelacele otobüsten indim ve okula dek koştum. Okula varır varmaz yediğim onca ramenden dolayı midem kalktı ve doğruca lavaboya koşup ne varsa içimde çıkarttım. Sınıfıma geri dönerken elinde sıcak kahveyle koşan bir çocuk bana çarpıp bütün kahveyi bacağımın çıplak kısmına döküverdi. Sinirlenmeme zaman kalmamıştı çünkü acı çok fazlaydı. Çocukcağız ne yapacağını bilememiş, olduğu yerde kalakalmıştı. Ağlamamak için gözlerimi kapatmıştım ki biri beni kucaklayıp koşmaya başladı. Bir kapıdan girdik ve genç bir erkek sesi duydum.
''Çabuk bacağına pansuman lazım!''
Dolu dolu olan gözlerimi açtım ve kendimi revirde buldum. Bir hemşire bacağımdaki çorabı aşağı kaydırdı ve eteğimi neredeyse iç çamaşırıma dek sıyırdı. İşte o an hemşirenin arkasındaki çocuğu gördüm. Bacağımdaki yanığa bakıyordu. Harika, bir bu eksikti diye düşünürken hemşire onu dışarı kışkışladı. Acı veren bir pansuman işleminden sonra topallaya topallaya sınıfıma çıkıyordum ki o çocuğu gördüm. Merdivenlerden iniyordu, yanımdan geçerken yoğum ve çekici -aynı zamanda kaliteli olduğu belli olan- bir erkek parfümü kokusu yayıldı. Kalmıştım merdivenin basamağında. Daha bu sabah umutsuzluk çukurunun dibinde mangal yapıyordum. Şimdi ise prensim olma aday adayı birini görmüştüm.
''Jikushooo~ ah!''
Lanet ederken yanan bacağımı yere vurmamla eteğimin bacağıma değmesi ve beni acıdan yere yığması bir olmuştu. Annem hep derdi ''Çok narin bir etin var.'' diye de inanmazdım. Sesimi duymuş olmalı ki geri döndü, eğilip gözlerime baktı.
''İyi misin? Taşıyayım mı seni?''
Üstüme bir beton düşmüş gibi hissetmiştim birden. Bu çocuk kendini hamal falan mı sanıyor merak ediyordum doğrusu. Niçin bu kadar... -iyi öi desem yılışık mı- böyle davranıyordu peki? Lisemize yeniydi, bu zaten gün gibi ortadaydı. Gün gibi ortada olan başka bir şey de sarı saçlarıydı. Erasmus'la falan mı gelmişti, kimdi bu afet? Ben bunları düşünürken birden aklıma çocuğa hala tip tip bakmakta olduğum geldi.
''İyiyim.''
Durduk yere atarlanmıştım. Birden çocuğun içli bakışları sinirime dokunmuştu. Ayaklanıp bir çırpıda merdivenleri çıkıverdim. Sınıfa -nihayet!- atabilmiştim kendimi. Sırama oturup yarım kalan uykuma devam ettim.
Uchi-chan'dan sevgilerleee :3
Başımı parlak bilgisayar ekranından kaldırıp sağ tarafımdan gelen esintinin kaynağına, açık pencereme çevirdim. Son baktığımda siyah ve yoğun olan gece, yerini gümüş ve saydam bir şafağa bırakmıştı. İç geçirdim, kendimi otome oyunlarına vurduğum usanmaz bir gece daha olmuştu. Annem, kapı aralığından bas bas bağırıyordu.
''Yoake, o aptal aletin başından hemen kalkmazsan yapacaklarımı iyi biliyorsun haberin olsun!''
Bilgisayarın fişini çekiverdim. Şaşırmıştı; söylediklerini hiç bir zaman anında yapmazdım, bu bir ilkti. Gökyüzü şimdi iyice aydınlanmıştı. Üstüme yağmurluğumu çekip spor ayakkabılarımı giydim. Annemi itekleyerek odadan çıktım. Arkamdan bakakaldı. Ne olduğunu anlamamıştı. Kapıyı çarpıp çıktım. Kulaklıklarımı kulağıma hışımla geçirdim, hiç bir şeyi duymak istemiyordum. Adele'in sesinin dünyama yayılmasıyla koşmaya başladım. Serinliğe karşı koşmak her zaman hoşuma gitmişti. Ana caddeye dek koştum, caddenin köşesindeki taksi durağına yöneldim. Durakta bulunan tek taksinin içinde uyuyan şişman, şapkası yüzüne düşmüş adamcağızı sarsarak uyandırdım.
''Tony, Tony uyansana!''
Yerinden sıçradı ve kolunu direksiyona, başını ise tavana çarptı. Sonra durup bana baktı. İtalyan aksanlı yarım yamalak Japoncasıyla beni azarlamaya koyuldu.
''Ha, ne, neler oluyor?! Senin bu saatte benimle ne alıp veremediğin var küçük hanım?''
Kapıyı açıp taksiye atladım.
''Sahil yakasına gideceğiz. Gazla!''
Aynadan bana bakıp kollarını sıvadı. Sol kaşını ve aynı taraftaki dudağının kenarını kaldırmıştı. Yüzündeki beyaz sakalları titredi ve ellerini ovuşturdu.
''Öyle istiyorsan gidiyoruz bakalım!''
Biraz sonra kıyının kenarındaki yolda duruyorduk. Parayı uzattım ve taksinin kapısını kapattım. Kumsalın beni çeken kumlarının üstünde kayıyordum şimdi. Ayakkabılarımı elime aldım ve dalgalara basa basa yürümeye başladım. Arada durup doğmakta olan güneşe baktım. Bu dünyada iğrenç olmayan nadir şeylerden biri olan güneş, benim soyut dünyamda bir türlü doğmuyordu. Yıllardır otome oyunlarına tıkılıp kalmış, kahramanımın hayali kollarına kendimi bırakmıştım. Dünya denen bu fabrikada umduğum -veya ummadığım- tipte bir beyaz atlı prens olduğunu sanmıyordum. İsmimin anlamı ''şafak'' olmasına rağmen kendi hayallerimde gece hakimdi. Gökyüzündeki pembeleşmiş bulutlara karşılık üstüme çöken bulutlar griydi. Bir yerlerden gelen bir saat vurması sesiyle irkildim. Bugün de okula geç kalacaktım ve bu umrumda bile değildi.
Gördüğüm bir şezlongun üstüne oturup önce çoraplarımı sonra da spor ayakkabılarımı giydim. Sokak üzerindeki yeni açılmakta olan dükkanlardan birine girip kocaman bir ramen yedim. Bir tane daha, bir tane daha... Kenimi doymuş hissedemiyordum. Bana resmen giren ve okula -oldukça dolanan bir- otobüsle gitmek zorunda kalmama neden olan hesabı öderken farkettim ki bu boşluk, midemden kaynaklanmıyordu. Zihnimdeydi bu boşluk. Ürkmüştüm, bu düşünceden kurtulmak için otobüs durağına dek koştum. Kendime pencere kenarında bir yer bulup başımı pencereye yasladım. Sahilden okuluma olan yol, dolanacak olan otobüsle 1,5 saat tutuyordu ki bu da bana uyuma şansı veriyordu çünkü gözlerimi zor açık tutuyordum. Saate baktım; yedi buçuktu. Ders sekizde başlayacaktı. İç çekip dışarıyı izlemeye başladım. Yamaçların kenarına kurulmuş sahil kasabası evlerini izlerken uyuyakalmıştım. Rüyam çok karmaşık ve derindi fakat başımı öndeki koltuğa şiddetle çarpmamla uyandım. İnmem gereken duraktan iki durak sonrasıydı bulunduğum yer. Alelacele otobüsten indim ve okula dek koştum. Okula varır varmaz yediğim onca ramenden dolayı midem kalktı ve doğruca lavaboya koşup ne varsa içimde çıkarttım. Sınıfıma geri dönerken elinde sıcak kahveyle koşan bir çocuk bana çarpıp bütün kahveyi bacağımın çıplak kısmına döküverdi. Sinirlenmeme zaman kalmamıştı çünkü acı çok fazlaydı. Çocukcağız ne yapacağını bilememiş, olduğu yerde kalakalmıştı. Ağlamamak için gözlerimi kapatmıştım ki biri beni kucaklayıp koşmaya başladı. Bir kapıdan girdik ve genç bir erkek sesi duydum.
''Çabuk bacağına pansuman lazım!''
Dolu dolu olan gözlerimi açtım ve kendimi revirde buldum. Bir hemşire bacağımdaki çorabı aşağı kaydırdı ve eteğimi neredeyse iç çamaşırıma dek sıyırdı. İşte o an hemşirenin arkasındaki çocuğu gördüm. Bacağımdaki yanığa bakıyordu. Harika, bir bu eksikti diye düşünürken hemşire onu dışarı kışkışladı. Acı veren bir pansuman işleminden sonra topallaya topallaya sınıfıma çıkıyordum ki o çocuğu gördüm. Merdivenlerden iniyordu, yanımdan geçerken yoğum ve çekici -aynı zamanda kaliteli olduğu belli olan- bir erkek parfümü kokusu yayıldı. Kalmıştım merdivenin basamağında. Daha bu sabah umutsuzluk çukurunun dibinde mangal yapıyordum. Şimdi ise prensim olma aday adayı birini görmüştüm.
''Jikushooo~ ah!''
Lanet ederken yanan bacağımı yere vurmamla eteğimin bacağıma değmesi ve beni acıdan yere yığması bir olmuştu. Annem hep derdi ''Çok narin bir etin var.'' diye de inanmazdım. Sesimi duymuş olmalı ki geri döndü, eğilip gözlerime baktı.
''İyi misin? Taşıyayım mı seni?''
Üstüme bir beton düşmüş gibi hissetmiştim birden. Bu çocuk kendini hamal falan mı sanıyor merak ediyordum doğrusu. Niçin bu kadar... -iyi öi desem yılışık mı- böyle davranıyordu peki? Lisemize yeniydi, bu zaten gün gibi ortadaydı. Gün gibi ortada olan başka bir şey de sarı saçlarıydı. Erasmus'la falan mı gelmişti, kimdi bu afet? Ben bunları düşünürken birden aklıma çocuğa hala tip tip bakmakta olduğum geldi.
''İyiyim.''
Durduk yere atarlanmıştım. Birden çocuğun içli bakışları sinirime dokunmuştu. Ayaklanıp bir çırpıda merdivenleri çıkıverdim. Sınıfa -nihayet!- atabilmiştim kendimi. Sırama oturup yarım kalan uykuma devam ettim.
Uchi-chan'dan sevgilerleee :3
''Haruki suzukeru, Allen!''
''Zavallı şeytan, ruhunun kurtarılmasına izin ver!''
Bu mesaja teşekkür edenler (1 kişi): "Kira"
1. sayfa (Toplam 1 sayfa) [ 8 mesaj ] |
Bu forumda yeni başlıklar açamazsınız Bu forumdaki başlıklara cevap veremezsiniz Bu forumdaki mesajlarınızı değiştiremezsiniz Bu forumdaki mesajlarınızı silemezsiniz Bu forumdaki anketlerde oy kullanamazsınız |