2025 Ağustos - Eylül Hikayeleri > mercan, dans, viski Sayfaya git: 1, 2, Sonraki |
Yazar
Mesaj
Düzenli olacağını umduğum hikaye yazma etkinliğimizin ilki hayırlı olsun! Burada her etkinlik için ayrı ayrı belirlediğimiz kelimeler/temalar üzerine hikaye yazacağız.
Kelimeleri etkinliğe katılan herhangi biri verebilir. Daha önce kelime vermeyenlere öncelik verilecektir.
İstediğiniz uzunlukta yazabilirsiniz.
Bu etkinliğimizin kelimeleri mercan, dans ve viski.
Uzun süre sonra foruma konu açmanın ve hikaye yazmanın heyecanını taşıyorum. Katılan herkese teşekkür ederim
Kelimeleri etkinliğe katılan herhangi biri verebilir. Daha önce kelime vermeyenlere öncelik verilecektir.
İstediğiniz uzunlukta yazabilirsiniz.
Bu etkinliğimizin kelimeleri mercan, dans ve viski.
Uzun süre sonra foruma konu açmanın ve hikaye yazmanın heyecanını taşıyorum. Katılan herkese teşekkür ederim

Bu mesaja teşekkür edenler (8 kişi): Kelan, AyazikNz, Ichimi, Pyskhe, mirai, prenses serenity, TaKa, bhdr_kzdrm
Malikane Mercan Resifi Yolunda
Aşk-ı Memnu'nun yazın yayınlanan tekrar bölümlerini izlerken, keyfi bir son dakika haberiyle bölünmüştü. Haberde Karadeniz açıklarında yeni bir mercan resifi bulunduğu söyleniyordu. Bu resifin özelliği mercanlarının viskiye benzer keyif verici bir madde salgılamasıymış.
- Yaaa hadi hemen buraya gideliiim n'ooluur! diye bir yaygara kopardı.
Tifa 5 yaş almasına rağmen hala evdeki şımarık bebe konumunu istikrarlı bir biçimde koruyordu. Artık reşit olmuştu. Küçük phıstıq artık büyümüş viski içmek istiyordu.
Sanji Karadeniz'e gitme fikrine sıcak baktı ve derhal hazırlıklara başlandı. Malikanede isteyen herkes Karadeniz'deki mercan resfini keşfetmeye gelebilirdi. Bazıları ise istemiyor olsa bile gelmek zorunda kalacaktı.
Keşif gezisinin yapılma sebebi olduğu için geziye en başta Tifa geliyordu.
Sanji ihalelere fesat karıştırdığı için Law'ı malikaneden kovmuş aşçılığı devralmıştı. Geminin yemeklerinden kendisi sorumlu olacaktı.
Bu geçen beş sene içinde malikane sakinleri birçok özellik kazanmıştı. Gama ve TaKa yetenek setlerine gemiciliği de eklemişti. Bu ikisi kesin geliyordu.
Prenses Serenity kayyum atandığı için GOP belediye başkanlığından ayrılmak durumunda kalmıştı. Kafası dağılsın diye o da gelecekti.
Yetenek setlerini geliştirenlerden biri de Ichimi'ydi. Kendisi müthiş bir diş hekimi olmuştu. Bu deniz yolculuğunun süresi belirsiz olduğu için gemide bir diş hekiminin de bulunması icap ediyordu.
Sade Kırşehir'de çalıştığı kütüphaneden istifa edip sırf bu gezi için vinçle İstanbul'a gelmişti. Yıllardır kütüphanede edindiği bilgilerin ışığıyla Sanji'ye akıl vermek için ekibe dahil oldu.
Bahadır tüfeğiyle, saim ise jilet yaprağı saldırısıyla avlanıp gemiye besin tedarik etmekle yükümlü olacaklardı.
Geminin asayişinden sorumlu güvenlik görevlisi Psykhe, kendisini deniz tuttuğu halde mecburi hizmeti dahilinde gemiye gelmek zorundaydı.
Psykhe'nin halledemeyeceği olası vakalara karşın malikanenin süper kahramanı hibertansiyar, cebindeki çikolatasıyla gemideydi.
Erzurum'u sevenler derneği başkanı olarak malikanede ikamet etmeye başlayan mirai bu geziye gönüllü olarak katılmak istemişti. Yeni bir keşif yapılırsa ismine belki Erzurum ile ilgili bir şey eklerim umuduyla geliyordu.
Kelan malikanede ressam olarak çalışıyordu. Gönüllü gelenlerden bir de oydu. Resiflerin üstüne belki sulu boyayla resim yaparım diye düşünüyordu.
Şark görevini Japonya'da yapıp gelmiş olan Coldone, Karadeniz gezisini görünce dayanamayıp gönüllü olarak gelmek istemişti. Gemide Japonya'da öğrendiklerini paylaşacak, ayrıca mutfakta sushi yapacaktı.
Kaç saat yol kuru kuru çekilmez, biraz canlı müzik olsun keyfimizi bulalım düşüncesiyle malikanenin müzisyenleri Mihawk ve Desdemona da gemi kadrosuna dahil edildi.
Müzik olunca dans da olmalıydı. Yıllar önce apaçi dansı yaparak bu yola baş koyan Naoki repertuarını genişletmişti. Artık ne çalınsa uygun dans ediyordu. Kendisi dansçı olarak gemide yerini aldı.
Malikaneye çırak olarak katılan Ayaz şu anda her işi yapıyordu. Geminin miçosu ve teknik servisi olarak ekibe katıldı.
Son olarak dergul gemiye iştirak etti. Görevi değişmeyen nadide sakinlerden biriydi. Emir verip güvercin uçurmak üzere oradaydı.
Böylelikle kadro tamamlanmıştı. Ekip hazırlıklarını tamamlayıp yola koyuldu.
Gemiyi TaKa ve Gama değişmeli sürüyorlardı. Her ikisi de kaptan ve yardımcı kaptandı. Aynı zamanda vardiyalı olarak makine dairesinde çalışıyorlardı.
Gama dümeni bırakıp makine dairesine inerken:
-Geminin içi nası olmuş? Ben dekore ettim xd
İnsan eski alışkanlıklarını bırakamıyordu. Gama burada gemici de olsa dekotatör olduğu günleri unutmamıştı.
TaKa paf küfünü hazırlamış kaptan köşküne geçmişti. Sonsuzluğa ulaşana kadar rahatsız edilmek istemiyordu.
Gemi limandan yavaş yavaş uzaklaşırken İstanbul'un muhteşem silüeti bir heybet gibi parıldıyordu. Marmara'nın kirli suyu, kıyıdan uzaklaştıkça mavilerin içine doğru menevişleniyordu. İğne ucu gibi balkıyan suyun parıltısı İstanbul'a göz kırpıyordu. Kelan bu anı ölümsüzleştirmek istedi. Tuvalini ve fırçalarını çıkarıp İstanbul'u resmetmeye koyuldu.
Bunu gören mirai atıldı: "Erzurum'da deniz olsaydı bundan daha güzel görünürdü..."
Tifa çıktısını aldığı ayıplı çıkartmalardan birini mirai'nin suratına çarptı.
Tifa: Asıl Sivas daha güzel görünürdü be. Hadi ordan phü! Deyip tükürmeye başladı.
Daha yola yeni çıkılmış olmasına rağmen ilk dakikadan asayiş bozulmuştu. Olaya müdahale etmek için Psykhe olay yerine intikal etti. Fakat Psykhe'yi deniz tutmuştu. Ayrıca çok çişi vardı. Acil durum tuşuna basıp hiber hanım'ı çağırdı.
Acil durum çağrısını alan hiber hanım cebinden çıkardığı bitter çikolatasından bir ısırık alıp Tifa'nın yanına ışınlandı. Yaptığı terbiyesizliğin cezası olarak Tifa'nın ağzına acı biber çaldı. Tifa ağlamaya başlayınca biraz da bitter çikolatasından ikram etti, durum tatlıya bağlandı.
Hiber hanım çok fazla çikolata yediği için dişleri çürümüştü. Gemide Ichimi'yi buldu ve yolculuğun başında 3 dolgu yaptırdı.
Denizin ucu bucağı yoktur. Engindir. Denizin kudreti öyle büyüktür ki onunla benim diyen kimse baş edemez. Onu düşman belleyenin vay haline. Bugüne bugün onu düşman belleyip de kazanan görülmemiştir. Deniz ancak dost bellenir. Deniz bereketlidir. Onu dost edinen her kimse onun nimetlerinden fazlasıyla faydalanır. Bir verip bin alır...
Deniz, insanı acıktırır. İnsan hele alışık değilse deniz havası onu çarpar afallatır. Gemiciler hariç herkeste bir mayhoşluk vardı. TaKa'da da vardı fakat onun sebebi başkaydı. Herkesin karnı açtı ve taze besine ihtiyaç vardı.
Sanji'nin verdiği malzeme listesini alan Bahadır ve saim işe koyulmuştu. Bahadır birdenbire tüfeğiyle suya rastgele etmeye başladı. İki şarjör boşalttıktan sonra ateşi kesti. Saim atıldı, kırbaçlarıyla balıkları sudan teker teker çıkarıp istifledi. Ayrıca su yosunu ve yengeçlerden oluşan bir karışım daha çıkarttı. Sanji'nin verdiği liste tamamlanmıştı. Malzemeleri teslim edip istirahate çekildiler.
Malzemeleri alan Sanji sade ile mutfakta sohbet ediyordu.
Sanji: Bu yemeklerin yanında ne yiyelim, ne gider sence?
Sade: Midye dolma.
Sanji: Midye dolma iyi fikir. Ayaz bizimkilere söyler misin biraz da midye toplasınlar?
Ayaz: Tabii abi hemen söylüyorum.
Midyeler de toplanmış, dolmalar yapılmış, sofra hazırlanmıştı. Sushi tabaklarını Japonya'dan öğrendiği teknikletle Coldone hazırlamıştı. Mihawk ve Desdemona yemek müziği icra ediyor, Naoki de buna uygun bir dansla izleyicileri şenlendiriyordu.
Sanji: Midye dolmanın yanında bira çogi gider prenses serenity! Denesene!
Serenity: Peki deneyelim bakalım.
Midye dolmanın ardından bir yudum bira içen sere: Ay bu ne gııı!!!? Çok acı bu!
Dergul: prenses serenity’e derhal ananas suyu getirin ağzı tatlansın. *martılar havalanır*
Malikane gemisinin üzerinden havalanan martılar belki Karadeniz açıklarındaki resiflere doğru, belki İstanbul'a doğru, belki de yüreklerinin istediklere doğru havalanıp gökyüzünde kayboldular...
Aşk-ı Memnu'nun yazın yayınlanan tekrar bölümlerini izlerken, keyfi bir son dakika haberiyle bölünmüştü. Haberde Karadeniz açıklarında yeni bir mercan resifi bulunduğu söyleniyordu. Bu resifin özelliği mercanlarının viskiye benzer keyif verici bir madde salgılamasıymış.
- Yaaa hadi hemen buraya gideliiim n'ooluur! diye bir yaygara kopardı.
Tifa 5 yaş almasına rağmen hala evdeki şımarık bebe konumunu istikrarlı bir biçimde koruyordu. Artık reşit olmuştu. Küçük phıstıq artık büyümüş viski içmek istiyordu.
Sanji Karadeniz'e gitme fikrine sıcak baktı ve derhal hazırlıklara başlandı. Malikanede isteyen herkes Karadeniz'deki mercan resfini keşfetmeye gelebilirdi. Bazıları ise istemiyor olsa bile gelmek zorunda kalacaktı.
Keşif gezisinin yapılma sebebi olduğu için geziye en başta Tifa geliyordu.
Sanji ihalelere fesat karıştırdığı için Law'ı malikaneden kovmuş aşçılığı devralmıştı. Geminin yemeklerinden kendisi sorumlu olacaktı.
Bu geçen beş sene içinde malikane sakinleri birçok özellik kazanmıştı. Gama ve TaKa yetenek setlerine gemiciliği de eklemişti. Bu ikisi kesin geliyordu.
Prenses Serenity kayyum atandığı için GOP belediye başkanlığından ayrılmak durumunda kalmıştı. Kafası dağılsın diye o da gelecekti.
Yetenek setlerini geliştirenlerden biri de Ichimi'ydi. Kendisi müthiş bir diş hekimi olmuştu. Bu deniz yolculuğunun süresi belirsiz olduğu için gemide bir diş hekiminin de bulunması icap ediyordu.
Sade Kırşehir'de çalıştığı kütüphaneden istifa edip sırf bu gezi için vinçle İstanbul'a gelmişti. Yıllardır kütüphanede edindiği bilgilerin ışığıyla Sanji'ye akıl vermek için ekibe dahil oldu.
Bahadır tüfeğiyle, saim ise jilet yaprağı saldırısıyla avlanıp gemiye besin tedarik etmekle yükümlü olacaklardı.
Geminin asayişinden sorumlu güvenlik görevlisi Psykhe, kendisini deniz tuttuğu halde mecburi hizmeti dahilinde gemiye gelmek zorundaydı.
Psykhe'nin halledemeyeceği olası vakalara karşın malikanenin süper kahramanı hibertansiyar, cebindeki çikolatasıyla gemideydi.
Erzurum'u sevenler derneği başkanı olarak malikanede ikamet etmeye başlayan mirai bu geziye gönüllü olarak katılmak istemişti. Yeni bir keşif yapılırsa ismine belki Erzurum ile ilgili bir şey eklerim umuduyla geliyordu.
Kelan malikanede ressam olarak çalışıyordu. Gönüllü gelenlerden bir de oydu. Resiflerin üstüne belki sulu boyayla resim yaparım diye düşünüyordu.
Şark görevini Japonya'da yapıp gelmiş olan Coldone, Karadeniz gezisini görünce dayanamayıp gönüllü olarak gelmek istemişti. Gemide Japonya'da öğrendiklerini paylaşacak, ayrıca mutfakta sushi yapacaktı.
Kaç saat yol kuru kuru çekilmez, biraz canlı müzik olsun keyfimizi bulalım düşüncesiyle malikanenin müzisyenleri Mihawk ve Desdemona da gemi kadrosuna dahil edildi.
Müzik olunca dans da olmalıydı. Yıllar önce apaçi dansı yaparak bu yola baş koyan Naoki repertuarını genişletmişti. Artık ne çalınsa uygun dans ediyordu. Kendisi dansçı olarak gemide yerini aldı.
Malikaneye çırak olarak katılan Ayaz şu anda her işi yapıyordu. Geminin miçosu ve teknik servisi olarak ekibe katıldı.
Son olarak dergul gemiye iştirak etti. Görevi değişmeyen nadide sakinlerden biriydi. Emir verip güvercin uçurmak üzere oradaydı.
Böylelikle kadro tamamlanmıştı. Ekip hazırlıklarını tamamlayıp yola koyuldu.
Gemiyi TaKa ve Gama değişmeli sürüyorlardı. Her ikisi de kaptan ve yardımcı kaptandı. Aynı zamanda vardiyalı olarak makine dairesinde çalışıyorlardı.
Gama dümeni bırakıp makine dairesine inerken:
-Geminin içi nası olmuş? Ben dekore ettim xd
İnsan eski alışkanlıklarını bırakamıyordu. Gama burada gemici de olsa dekotatör olduğu günleri unutmamıştı.
TaKa paf küfünü hazırlamış kaptan köşküne geçmişti. Sonsuzluğa ulaşana kadar rahatsız edilmek istemiyordu.
Gemi limandan yavaş yavaş uzaklaşırken İstanbul'un muhteşem silüeti bir heybet gibi parıldıyordu. Marmara'nın kirli suyu, kıyıdan uzaklaştıkça mavilerin içine doğru menevişleniyordu. İğne ucu gibi balkıyan suyun parıltısı İstanbul'a göz kırpıyordu. Kelan bu anı ölümsüzleştirmek istedi. Tuvalini ve fırçalarını çıkarıp İstanbul'u resmetmeye koyuldu.
Bunu gören mirai atıldı: "Erzurum'da deniz olsaydı bundan daha güzel görünürdü..."
Tifa çıktısını aldığı ayıplı çıkartmalardan birini mirai'nin suratına çarptı.
Tifa: Asıl Sivas daha güzel görünürdü be. Hadi ordan phü! Deyip tükürmeye başladı.
Daha yola yeni çıkılmış olmasına rağmen ilk dakikadan asayiş bozulmuştu. Olaya müdahale etmek için Psykhe olay yerine intikal etti. Fakat Psykhe'yi deniz tutmuştu. Ayrıca çok çişi vardı. Acil durum tuşuna basıp hiber hanım'ı çağırdı.
Acil durum çağrısını alan hiber hanım cebinden çıkardığı bitter çikolatasından bir ısırık alıp Tifa'nın yanına ışınlandı. Yaptığı terbiyesizliğin cezası olarak Tifa'nın ağzına acı biber çaldı. Tifa ağlamaya başlayınca biraz da bitter çikolatasından ikram etti, durum tatlıya bağlandı.
Hiber hanım çok fazla çikolata yediği için dişleri çürümüştü. Gemide Ichimi'yi buldu ve yolculuğun başında 3 dolgu yaptırdı.
Denizin ucu bucağı yoktur. Engindir. Denizin kudreti öyle büyüktür ki onunla benim diyen kimse baş edemez. Onu düşman belleyenin vay haline. Bugüne bugün onu düşman belleyip de kazanan görülmemiştir. Deniz ancak dost bellenir. Deniz bereketlidir. Onu dost edinen her kimse onun nimetlerinden fazlasıyla faydalanır. Bir verip bin alır...
Deniz, insanı acıktırır. İnsan hele alışık değilse deniz havası onu çarpar afallatır. Gemiciler hariç herkeste bir mayhoşluk vardı. TaKa'da da vardı fakat onun sebebi başkaydı. Herkesin karnı açtı ve taze besine ihtiyaç vardı.
Sanji'nin verdiği malzeme listesini alan Bahadır ve saim işe koyulmuştu. Bahadır birdenbire tüfeğiyle suya rastgele etmeye başladı. İki şarjör boşalttıktan sonra ateşi kesti. Saim atıldı, kırbaçlarıyla balıkları sudan teker teker çıkarıp istifledi. Ayrıca su yosunu ve yengeçlerden oluşan bir karışım daha çıkarttı. Sanji'nin verdiği liste tamamlanmıştı. Malzemeleri teslim edip istirahate çekildiler.
Malzemeleri alan Sanji sade ile mutfakta sohbet ediyordu.
Sanji: Bu yemeklerin yanında ne yiyelim, ne gider sence?
Sade: Midye dolma.
Sanji: Midye dolma iyi fikir. Ayaz bizimkilere söyler misin biraz da midye toplasınlar?
Ayaz: Tabii abi hemen söylüyorum.
Midyeler de toplanmış, dolmalar yapılmış, sofra hazırlanmıştı. Sushi tabaklarını Japonya'dan öğrendiği teknikletle Coldone hazırlamıştı. Mihawk ve Desdemona yemek müziği icra ediyor, Naoki de buna uygun bir dansla izleyicileri şenlendiriyordu.
Sanji: Midye dolmanın yanında bira çogi gider prenses serenity! Denesene!
Serenity: Peki deneyelim bakalım.
Midye dolmanın ardından bir yudum bira içen sere: Ay bu ne gııı!!!? Çok acı bu!
Dergul: prenses serenity’e derhal ananas suyu getirin ağzı tatlansın. *martılar havalanır*
Malikane gemisinin üzerinden havalanan martılar belki Karadeniz açıklarındaki resiflere doğru, belki İstanbul'a doğru, belki de yüreklerinin istediklere doğru havalanıp gökyüzünde kayboldular...
Bu mesaja teşekkür edenler (9 kişi): Kelan, saim, bhdr_kzdrm, Gama_Sennin, prenses serenity, Ichimi, hibertansiyar, Pyskhe, mirai
Ichimi oldukça sıradan bir güne uyandığına emindi. Aynı sıkıcı sabahlardan birini yaşadığını sanıyordu olacaklardan habersiz. Hızlıca hazırlanıp kliniğin yolunu tuttu. Bugün yapması gereken çok iş vardı. Sıkkın bir şekilde kliniğe girdi ve hızlıca hastalarını almaya başladı. Hastalarının haricinde ani diş ağrısıyla gelen bir adam da onu bekliyordu. Derken sıra bu ani diş ağrısıyla gelen hastaya geldi. Hasta diş ağrısını geçirmek için aşırı miktarda viski içmişti. Bu durum Ichimi'yi tedirgin etti. Çünkü adamdan yayılan alkol kokusuyla sarhoş olabilme riski vardı. Bu durumdan çok korkan Ichimi hemen burnuna bir mandal taktı ve hastanın başına geçti. Şükürler olsun ki viski kokusunu alır almaz önlemini almıştı. Yapılacak bu kadar iş varken sarhoş olamazdı. Hızlıca tedavisini bitirdikten sonra hasta ona yarım yamalak "Burnunuza taktığınız mandal ne için onu anlamadım. Bana kötü mü kokuyorsun demek istiyorsunuz?" dedi. Zaten sinirleri bozuk ve asabi olan bu adamdan korkan Ichimi hemen bir bahane uydurdu:" Hayır size yapacağım işlem oldukça zorluydu. Bu yüzden uğur eşyam olan mandalı aldım." deyiverdi. Adam aldığı cevaptan pek de tatmin olmasa gerek ki bir daha dönmemek üzere kliniği terk etti.
Ichimi biraz daha hasta baktıktan sonra sokakta bir eğlence olduğunu fark etti. Bugün 23 Nisan doğru ya dedi ve anlını cama yasladı. Sokakta 23 Nisan için çeşitli danslar ve gösteriler yapılıyordu. Birden bire belediyenin düzenlediği bu etkinlikte bir direk dansı gösterisi başladı. Ichimi bu olaya pek anlam veremese de belediyenin harcayacak çok parası olduğunu ve farklılıklardan zarar gelmeyeceğini düşünerek işine devam etti.
Akşam 6 civarında işten çıkmak için hazırlanırken birden bire telefonu çaldı. Arayan ablasıydı. Sesi yorgun geliyordu. Ichimi her şey yolunda mı diye sorduğunda ise ablasının acilen sezeryana alındığını ve bir yiğeni olduğunu öğrendi. Heyecan,korku,mutluluk,endişe... Tüm duyguları birbirine karışmıştı. Şükürler olsun ki ablası ve yiğeni iyiydi. Ablasına ilk uçakla geleceğini söyleyip telefonu kapattı. Ablası Erzurum'da yaşıyordu ve Ichimi hemen uçak biletlerine bakmaya başladı. Fakat tüm uçuşlar doluydu. Ichimi'nin otobüse alerjisi olduğu için otobüsle de gidemezdi. Aklına çok yakın olan Hatice'nin bir helikopteri olduğu geldi. Hemen onu arayıp kendisini Erzurum'a bırakıp bırakamayacağını sordu. Arkadaşı bırakabileceğini fakat iniş pisti için izinleri olmadığı için Ichimi'yi Erzurum Deniz'i üzerinden paraşütle bırakabileceklerini söyledi. Ichimi'nin yamaç paraşütü deneyimi vardı. Pek aynı şeyler sayılmasa da yiğenine bir an önce ulaşmak isteyen Ichimi onun için bu zorluğa göğüs gerecekti. Hemen helikoptere atladılar ve Erzurum yolunu tuttular. Yolculuk keyifliydi ancak Ichimi içten içe endişeleniyordu. Bir an önce Erzurum'a ulaşmak istiyordu. Yaklaşık bir saat sonra burnuna gelen Cağ kebap kokularından Erzurum'a vardığını anladı. Helikoptere binmeden önce Erzurum sevdalısı arkadaşı Mirai'ye de haber vermişti. Mirai denizin kenarında son model Ferrari'si ile Ichimi'yi bekliyordu. Sonunda Ichimi ve Hatice Erzurum Denizi'nin üzerine geldiler. Ichimi "ya hak!" diye bağırdıktan sonra kendini aşağı bıraktı. Biraz alçaldıktan sonra paraşütü açıldı ve çeşitli akrobatik hareketlerle kumsala Mirai'nin yanına indı. İnişin iyi geçtiğini helikopterdekilere el sallayarak belli ettikten sonra Mirai ile son gaz hastanenin yolunu tuttular. Hastaneye ulaşır ulaşmaz yiğenini bulan Ichimi gözlerine inanamadı. Çok tatlı minik küçücük bir kız bebek işte oradaydı. O kadar minik ve masumdu ki. Ichimi gözlerini ondan alamadı. "İsmi Mercan." dedi ablası. Ichimi sabah gördüğü kedi videosundaki adamın kediyi sevdiği gibi Mercanın ellerinden tutup sevmeye başladı: " Reyririreyrey reyriririrrirreyririrrir haninniini iririri". Bu anlamsız müzik Mercan'ın hoşuna gitmiş olacak ki minik bir gülüş attı teyzesine. Ichimi onlara kavuştuğu için mutlu ve huzurluydu. Bu huzur dolu an hiç bozulmasın sonsuza kadar sürsün dileğiyle gökyüzüne baktı. Son.
Ichimi biraz daha hasta baktıktan sonra sokakta bir eğlence olduğunu fark etti. Bugün 23 Nisan doğru ya dedi ve anlını cama yasladı. Sokakta 23 Nisan için çeşitli danslar ve gösteriler yapılıyordu. Birden bire belediyenin düzenlediği bu etkinlikte bir direk dansı gösterisi başladı. Ichimi bu olaya pek anlam veremese de belediyenin harcayacak çok parası olduğunu ve farklılıklardan zarar gelmeyeceğini düşünerek işine devam etti.
Akşam 6 civarında işten çıkmak için hazırlanırken birden bire telefonu çaldı. Arayan ablasıydı. Sesi yorgun geliyordu. Ichimi her şey yolunda mı diye sorduğunda ise ablasının acilen sezeryana alındığını ve bir yiğeni olduğunu öğrendi. Heyecan,korku,mutluluk,endişe... Tüm duyguları birbirine karışmıştı. Şükürler olsun ki ablası ve yiğeni iyiydi. Ablasına ilk uçakla geleceğini söyleyip telefonu kapattı. Ablası Erzurum'da yaşıyordu ve Ichimi hemen uçak biletlerine bakmaya başladı. Fakat tüm uçuşlar doluydu. Ichimi'nin otobüse alerjisi olduğu için otobüsle de gidemezdi. Aklına çok yakın olan Hatice'nin bir helikopteri olduğu geldi. Hemen onu arayıp kendisini Erzurum'a bırakıp bırakamayacağını sordu. Arkadaşı bırakabileceğini fakat iniş pisti için izinleri olmadığı için Ichimi'yi Erzurum Deniz'i üzerinden paraşütle bırakabileceklerini söyledi. Ichimi'nin yamaç paraşütü deneyimi vardı. Pek aynı şeyler sayılmasa da yiğenine bir an önce ulaşmak isteyen Ichimi onun için bu zorluğa göğüs gerecekti. Hemen helikoptere atladılar ve Erzurum yolunu tuttular. Yolculuk keyifliydi ancak Ichimi içten içe endişeleniyordu. Bir an önce Erzurum'a ulaşmak istiyordu. Yaklaşık bir saat sonra burnuna gelen Cağ kebap kokularından Erzurum'a vardığını anladı. Helikoptere binmeden önce Erzurum sevdalısı arkadaşı Mirai'ye de haber vermişti. Mirai denizin kenarında son model Ferrari'si ile Ichimi'yi bekliyordu. Sonunda Ichimi ve Hatice Erzurum Denizi'nin üzerine geldiler. Ichimi "ya hak!" diye bağırdıktan sonra kendini aşağı bıraktı. Biraz alçaldıktan sonra paraşütü açıldı ve çeşitli akrobatik hareketlerle kumsala Mirai'nin yanına indı. İnişin iyi geçtiğini helikopterdekilere el sallayarak belli ettikten sonra Mirai ile son gaz hastanenin yolunu tuttular. Hastaneye ulaşır ulaşmaz yiğenini bulan Ichimi gözlerine inanamadı. Çok tatlı minik küçücük bir kız bebek işte oradaydı. O kadar minik ve masumdu ki. Ichimi gözlerini ondan alamadı. "İsmi Mercan." dedi ablası. Ichimi sabah gördüğü kedi videosundaki adamın kediyi sevdiği gibi Mercanın ellerinden tutup sevmeye başladı: " Reyririreyrey reyriririrrirreyririrrir haninniini iririri". Bu anlamsız müzik Mercan'ın hoşuna gitmiş olacak ki minik bir gülüş attı teyzesine. Ichimi onlara kavuştuğu için mutlu ve huzurluydu. Bu huzur dolu an hiç bozulmasın sonsuza kadar sürsün dileğiyle gökyüzüne baktı. Son.
...
Bu mesaja teşekkür edenler (8 kişi): Pyskhe, Kelan, prenses serenity, AyazikNz, hibertansiyar, mirai, SanJi, Gama_Sennin
Spoiler:
Viski kokusundan sarhoş olmak çok keyifli olmalı keşke ben de olabilseydim


Ah be 23 Nisan'da bile çalışan emekçi Ichimi... En azından belediye çalışan insanları unutmayıp güzel bi dans gösterisi ayarlamış...
Erzurum ülkenin en popüler şehri olduğu için bilet bulamamanı çok iyi anlıyorum. Hatice olmasa hikaye bitecekmiş neredeyse

Erzurum tarihindeki ilk Ferrari'ye bindiğin için de kendini şanslı sayman lazım

Ah Mercan Erzurum'da doğduğun ne kadar şanslı olduğunu bir bilsen

Okurken çok keyif aldım, baştan sona yüzümde bir tebessümle okudum



Bu mesaja teşekkür edenler (2 kişi): mirai, Ichimi
@Sanji
Beğenmene çok sevindim. Hatice insanları kurtarmakta bir numaradır. Erzurum’dayken arkadaşlarıyla konuşmuştum tüm arkadaşlarını çok zor durumlardan kurtarmış kendisi. Bu yüzden bu sefer de kurtarıcı rolünü ona verdim xd
Bu arada burda belediyenin 23 Nisan gösterilerinde gerçekten de direk dansı yaptılar baya da olay oldu sadece o kısım hayal gücümün eseri değil bir gerçek xd
Beğenmene çok sevindim. Hatice insanları kurtarmakta bir numaradır. Erzurum’dayken arkadaşlarıyla konuşmuştum tüm arkadaşlarını çok zor durumlardan kurtarmış kendisi. Bu yüzden bu sefer de kurtarıcı rolünü ona verdim xd
Bu arada burda belediyenin 23 Nisan gösterilerinde gerçekten de direk dansı yaptılar baya da olay oldu sadece o kısım hayal gücümün eseri değil bir gerçek xd
...
Bu mesaja teşekkür edenler (3 kişi): mirai, Kelan, SanJi
Bu mesaja teşekkür edenler (3 kişi): mirai, prenses serenity, Ichimi
Medusa'nın Kehaneti, Mercanların Dansı
O sessiz gece, kıyıya çok yavaş çarpan dalgaların üstünden tuz kokusu yükselirken; gökte bir yıldızın ışığı azalır ve sonra tekrar artar, sanki göz kırpar. Aşağıda ise narin dalgaların altında, tam olarak görünmeyen bir şehir nefes alır ve nefes verir; çatallı küçük elleriyle suyu tutan mercanlar.
Üstte gözünü kırpan bedensiz bir baş, altta hiç durmadan çoğalan yaşam. Korku ve dehşet ile yaşam ve şifanın aynı anda var olabildiğine dair eski bir kehanetin iki yüzü.
Derler ya eskiler; gökte ne varsa yerde o vardır, içinde ne varsa dışında o vardır, evrende ne varsa ruhunda o vardır. İşte bu hermetik inanışın yol göstericiliğinde, size unutulmuş bir öyküyü hatırlatacağım.
Medusa bir zamanlar bir tapınağın sütunlarına benzeyen boynu, deniz rüzgârı gibi dalgalanan saçlarıyla bilinen, arzulanan çekiciliğe sahip bir kızdı. Güzelliği, suskun bir dua gibi herkesin içinde yankılanırdı; ama dualar her zaman göğe değil, bazen tanrıların içindeki karanlık odalara gider.
O gece okyanuslar tanrısı Poseidon, Athena'nın tapınağında yalnız başına dua eden Medusa'nın yanına gizlice yanaşıverdi, aldatıcı bir şekilde onu baştan çıkardı. Evet, tanrılar gerçekten de ölümlüler üzerinde çok tesirlidir.
İşte o an kozmozun sisli sezgisinde, suya damlayan bir kehanetin görüntüsü belirdi.
“Her yaşam kendi gölgesinden doğar.”
Tapınağın kutsiyeti bozulunca öfkesinden deliye dönen Athena, terazisinde elbette bir tanrı yerine ölümlünün cezası için hüküm buyurdu.
Medusa uyandığında saçlarının yerinde yılanların fısıltısı vardı. Aynalara bakamadı; çünkü gözlerinin bakışında taşıdığı güzelliği, zehirli bir lanete çevrilmişti. Güzel Medusa'nın yüzü hiç var olmamış bir ayna etkisinde acımasızdı artık.
Ona bakanlar taş heykeline dönüşüyordu. Aslında o başkalarını taşa çeviren bir canavar değil, herkesin kendi donup kalmış yüzünü, ona bakanların yüzüne vuran bir aynaydı.
Asıl lanet buydu: İnsan, kendi dehşetine bakamıyordu. Kendini tüm çıplaklığı ile gören aciz ölümlüler, kendi dehşetini görerek taş kesiliyordu.
Gölgelere karışan Medusa'nın başına gelenler, yeterli görülmedi. Tanrılar aralarında karar verdiler:
Bir insanı öldürmek için değil; insana bulaşmış, tanrı ihtirasının kefaretini kesmek için.
Medusa’nın başı alınmalıydı. Çünkü Medusa'ya duyulan korku, insanlığın üstüne ağır bir taş gibi çökmüştü.
Bu görevi üstlenen kahraman Perseus’a yardım için armağanlar verildi.
Göğün düşüncesi Athena, ona parlayan bir kalkan verdi — zekânın ışığı: “Doğrudan bakma; yansımayla yaklaş.” dedi.
Sözün ve aklın çevikliği Hermes, elmas çeliği verdi — hesap ve ölçünün keskinliği: “Kararsızlığı tek hamlede kes.” dedi.
Derinlerin mutlak sınırı Hades, görünmezliğin miğferini verdi — ölümü görmeden sınırdan geçiş: “Görünme, ama gör.” dedi.
Bir dizi olayın ardından Medusa'nın mağarasına ulaşan Perseus, ona yaklaşırken gözlerini kaçırdı, kalkanın iç görüsünden yürüdü.
Bir an, yılanların tıslaması susup yalnızca kalp atışı kaldı.
Kılıç indi.
Gök, metal sesine benzeyen, dehşet içindeki bir çığlık ile yankılandı.
Medusa’nın boynundan fışkıran kan ise toprağı seçmedi; kendi kaderini bilen bir su gibi denize aktı.
O kan, Poseidon’un çok önceden sezdiği bir kapıydı. İki kıvılcım çıktı oradan:
Pegasos — göğün üzerine basan beyaz kanatlar;
Khrysaor — altın kılıçlı doğumun sert ikizi.
Medusa'nın denize akan kanı, su altındaki esnek bitkilere değdiğinde onları taşlaştırdı. İnce dallar kırmızıya dönüp sertleşti — ve yarım milyar yıldır var olan mercanlar, bu kanla hayat buldu.
Dalgaların altında, okyanusun yalnızca binde biri kadarlık bir alanı kaplayan, fakat dünyanın nefesinin dörtte birine ev sahipliği yapabilecek kadar kudretli şehirler kuruldu.
Işıkla alg arasında kurulan ortaklıkla çoğaldı: Polipler kireçten iskelet oldu, algler güneşi ekmek yaptı; küçük gövdeler taşın üzerinde kat kat yükseldi.
Mercanlar sabrın taşlaşmış, dehşetin hayat sunan damarları oluverdi. Yüzeyin gürültüsüne karşı taş gibi sessiz, ama içi binlerce sesle canlı.
Ve kehanet kendini gerçekleştirmeye başladı...
“Her yaşam, gölgesinden doğar.”
Athena Medusa'nın başını kendi kalkanına yerleştirdi; adalet artık korkunun maskesini yüzüne takmıştı. Gökteyse bir hatıra ışığı kaldı: Algol. Kadim astrologlar tarafından "en uğursuz" olarak bahsedilen o yıldız...
Işığı arada bir söner, sonra geri gelir; tıpkı bir göz kırpması gibidir. Kimi geceler insan ürperir: “O bakış hâlâ burada.” Hâlbuki o yalnızca, korkunun kendine tuttuğu bir ayna.
Dalgaların altından, mercanların görünmez şehri, minik poliplerin ağızlarıyla sessiz bir ilahi mırıldanır; Medusa’nın kanından yapılmış kırmızı taş çiçekleri, suyun ritmine uygun bir dans tutturur.
Ve eğer dikkatlice dinlersen, o fısıltıyı duyarsın:
“Ben Medusa’yım. Bana bakarken taş kesilen aslında bendeki canavar değil; sende yankılanan korkudur. Korkunu tanırsan, en güçlü kalkanın olur.
Başım kesildi — evet. Ama kanımdan şehirler büyüdü. Bana lanet dersiniz; ben size ev veriyorum. Çünkü güzellik, en koyu yaradan sahile vurur.”
Kırmızı dallar saç gibi dalgalanır; binlerce minik ağız ilahi söyler.
Algol bir an söner, sonra yeniden parlar, yukarıda göz, aşağıda soluk.
Bir bakış kadar kısa, bir mercan resifi kadar uzun.
Bir başın düşüşü, bir dünyanın çoğalışına dönüşür; mit tam da burada biter, ama hayat burada başlar.
“Taş kesen sende yankılanan korkudur - kehanet ise senin aynandır.”
Spoiler:
O sessiz gece, kıyıya çok yavaş çarpan dalgaların üstünden tuz kokusu yükselirken; gökte bir yıldızın ışığı azalır ve sonra tekrar artar, sanki göz kırpar. Aşağıda ise narin dalgaların altında, tam olarak görünmeyen bir şehir nefes alır ve nefes verir; çatallı küçük elleriyle suyu tutan mercanlar.
Üstte gözünü kırpan bedensiz bir baş, altta hiç durmadan çoğalan yaşam. Korku ve dehşet ile yaşam ve şifanın aynı anda var olabildiğine dair eski bir kehanetin iki yüzü.
Derler ya eskiler; gökte ne varsa yerde o vardır, içinde ne varsa dışında o vardır, evrende ne varsa ruhunda o vardır. İşte bu hermetik inanışın yol göstericiliğinde, size unutulmuş bir öyküyü hatırlatacağım.
Spoiler:
Medusa bir zamanlar bir tapınağın sütunlarına benzeyen boynu, deniz rüzgârı gibi dalgalanan saçlarıyla bilinen, arzulanan çekiciliğe sahip bir kızdı. Güzelliği, suskun bir dua gibi herkesin içinde yankılanırdı; ama dualar her zaman göğe değil, bazen tanrıların içindeki karanlık odalara gider.
O gece okyanuslar tanrısı Poseidon, Athena'nın tapınağında yalnız başına dua eden Medusa'nın yanına gizlice yanaşıverdi, aldatıcı bir şekilde onu baştan çıkardı. Evet, tanrılar gerçekten de ölümlüler üzerinde çok tesirlidir.
İşte o an kozmozun sisli sezgisinde, suya damlayan bir kehanetin görüntüsü belirdi.
“Her yaşam kendi gölgesinden doğar.”
Spoiler:
Tapınağın kutsiyeti bozulunca öfkesinden deliye dönen Athena, terazisinde elbette bir tanrı yerine ölümlünün cezası için hüküm buyurdu.
Medusa uyandığında saçlarının yerinde yılanların fısıltısı vardı. Aynalara bakamadı; çünkü gözlerinin bakışında taşıdığı güzelliği, zehirli bir lanete çevrilmişti. Güzel Medusa'nın yüzü hiç var olmamış bir ayna etkisinde acımasızdı artık.
Ona bakanlar taş heykeline dönüşüyordu. Aslında o başkalarını taşa çeviren bir canavar değil, herkesin kendi donup kalmış yüzünü, ona bakanların yüzüne vuran bir aynaydı.
Asıl lanet buydu: İnsan, kendi dehşetine bakamıyordu. Kendini tüm çıplaklığı ile gören aciz ölümlüler, kendi dehşetini görerek taş kesiliyordu.
Spoiler:
Gölgelere karışan Medusa'nın başına gelenler, yeterli görülmedi. Tanrılar aralarında karar verdiler:
Bir insanı öldürmek için değil; insana bulaşmış, tanrı ihtirasının kefaretini kesmek için.
Medusa’nın başı alınmalıydı. Çünkü Medusa'ya duyulan korku, insanlığın üstüne ağır bir taş gibi çökmüştü.
Bu görevi üstlenen kahraman Perseus’a yardım için armağanlar verildi.
Göğün düşüncesi Athena, ona parlayan bir kalkan verdi — zekânın ışığı: “Doğrudan bakma; yansımayla yaklaş.” dedi.
Sözün ve aklın çevikliği Hermes, elmas çeliği verdi — hesap ve ölçünün keskinliği: “Kararsızlığı tek hamlede kes.” dedi.
Derinlerin mutlak sınırı Hades, görünmezliğin miğferini verdi — ölümü görmeden sınırdan geçiş: “Görünme, ama gör.” dedi.
Spoiler:
Bir dizi olayın ardından Medusa'nın mağarasına ulaşan Perseus, ona yaklaşırken gözlerini kaçırdı, kalkanın iç görüsünden yürüdü.
Bir an, yılanların tıslaması susup yalnızca kalp atışı kaldı.
Kılıç indi.
Gök, metal sesine benzeyen, dehşet içindeki bir çığlık ile yankılandı.
Medusa’nın boynundan fışkıran kan ise toprağı seçmedi; kendi kaderini bilen bir su gibi denize aktı.
O kan, Poseidon’un çok önceden sezdiği bir kapıydı. İki kıvılcım çıktı oradan:
Pegasos — göğün üzerine basan beyaz kanatlar;
Khrysaor — altın kılıçlı doğumun sert ikizi.
Medusa'nın denize akan kanı, su altındaki esnek bitkilere değdiğinde onları taşlaştırdı. İnce dallar kırmızıya dönüp sertleşti — ve yarım milyar yıldır var olan mercanlar, bu kanla hayat buldu.
Dalgaların altında, okyanusun yalnızca binde biri kadarlık bir alanı kaplayan, fakat dünyanın nefesinin dörtte birine ev sahipliği yapabilecek kadar kudretli şehirler kuruldu.
Işıkla alg arasında kurulan ortaklıkla çoğaldı: Polipler kireçten iskelet oldu, algler güneşi ekmek yaptı; küçük gövdeler taşın üzerinde kat kat yükseldi.
Mercanlar sabrın taşlaşmış, dehşetin hayat sunan damarları oluverdi. Yüzeyin gürültüsüne karşı taş gibi sessiz, ama içi binlerce sesle canlı.
Ve kehanet kendini gerçekleştirmeye başladı...
“Her yaşam, gölgesinden doğar.”
Spoiler:
Athena Medusa'nın başını kendi kalkanına yerleştirdi; adalet artık korkunun maskesini yüzüne takmıştı. Gökteyse bir hatıra ışığı kaldı: Algol. Kadim astrologlar tarafından "en uğursuz" olarak bahsedilen o yıldız...
Işığı arada bir söner, sonra geri gelir; tıpkı bir göz kırpması gibidir. Kimi geceler insan ürperir: “O bakış hâlâ burada.” Hâlbuki o yalnızca, korkunun kendine tuttuğu bir ayna.
Dalgaların altından, mercanların görünmez şehri, minik poliplerin ağızlarıyla sessiz bir ilahi mırıldanır; Medusa’nın kanından yapılmış kırmızı taş çiçekleri, suyun ritmine uygun bir dans tutturur.
Ve eğer dikkatlice dinlersen, o fısıltıyı duyarsın:
“Ben Medusa’yım. Bana bakarken taş kesilen aslında bendeki canavar değil; sende yankılanan korkudur. Korkunu tanırsan, en güçlü kalkanın olur.
Başım kesildi — evet. Ama kanımdan şehirler büyüdü. Bana lanet dersiniz; ben size ev veriyorum. Çünkü güzellik, en koyu yaradan sahile vurur.”
Spoiler:
Kırmızı dallar saç gibi dalgalanır; binlerce minik ağız ilahi söyler.
Algol bir an söner, sonra yeniden parlar, yukarıda göz, aşağıda soluk.
Bir bakış kadar kısa, bir mercan resifi kadar uzun.
Bir başın düşüşü, bir dünyanın çoğalışına dönüşür; mit tam da burada biter, ama hayat burada başlar.
“Taş kesen sende yankılanan korkudur - kehanet ise senin aynandır.”

Spoiler:
Bu mesaja teşekkür edenler (7 kişi): Pyskhe, mirai, hibertansiyar, Kelan, prenses serenity, SanJi, Ichimi
Spoiler:
@Gama_Sennin, Medusa efsanesini çok güzel yorumlamışsın. Senin betimlemelerin ve anlatınla çok keyifli bir hikayeye dönüşmüş. Algol'dan ve mercanların Medusa'nın kanından oluştuğu mitinden bihaberdim. Aynı zamanda bizi kültürlediğin için de teşekkürlerimi sunuyorum. Ellerine sağlık

Bu mesaja teşekkür edenler (1 kişi): Gama_Sennin
Dudak Kenarları Hep Kıvrık
Bilge bir adamın sözlerini hatırladım. Nerede karşılaşmıştım bu adamla? Nasıl bir yüzü vardı? Neden gecenin bir yarısı uykumu bölüp gelmişti aklıma bilmiyorum.
-Geriye bir şey kalmayana kadar tüketmeyi seviyorsun sen.
Başıma delicesine bir ağrı girdi. Geriye bir şey kalmayacak kadar tüketmeyi sevdiğim şey ben de olabilirim belki diye düşündüm… mavi bir geminin ucunda yolculuk yaptığım bir akşam üstü başlamıştım kendimi tüketmeye. Öylesine, bir anda. Herhalde öyleydi.
Annem balık pişirmeyi sevmezdi. Balığın düşüncesinden bile nefret ederdi ama senede bir akşam babamın bir yerlerden bulup fazla diye aldığı hamsileri kim bilir ne zorluklarla ayıklayıp pişiriyordu. Şimdi anlıyorum annem için o günlerin ne zor olduğunu. Ben balık yemek için özellikle heyecanlanmazdım ama kardeşimin gözleri parlardı. Annem de o parlak gözler için katlanıyordu kesin. Bizim evde pişen hiçbir şeye heyecanlanmazdım ben…Anneanneme gittiğimizde ise dünyanın en güzel sofrasına oturmuşum hissine kapılıyordum. Yani öyle olmalıyım. Anneannemin gözlüklerini takardım gizlice… o heyecanı hiç unutmam. Çok sonra fark ettim aslında anneannemin yemeklerini değil de ev dışında yediğim her şeyi daha bir sevdiğimi. Bu anılarımın hepsi en geç beş yaşımdan kalma şeyler. O zamanlardan beri beni evden bu kadar uzaklaştıran şey neydi bir türlü anlayamam.
Böyle işte; yıllar sonra mavi bir geminin ucunda içine çökmeye başladı uzak gökyüzündeki bir yıldız gibi.
Bizim evde hamsi pişirilen akşamları düşününce denizlerin en derinleri aklıma geliyor. Denizle pek bağlantım olmadı hayat boyu, rengi dışında boğulacak bir su parçası gibi gelir bana … boğulmaktan, patlamaktan, delinmekten, kesilmekten, parçalanmaktan çok korkarım. Bir keresinde dereye kaçmıştık mahalledeki çocuklarla… suya terliklerimizi atıp yakalıyorduk sadece. Çok eğlendiğimiz bir gündü. Birinde kardeşimin terliğini kuma gömmüştük sonra bulamadık da eve kadar dört çocuk kucağımızda taşımıştık onu…Annemin gözlerinden ateş fışkırmıştı. Derenin çamuruna bir terlik parası kaptırmıştık. Bir de arkadaşıma 1 liralık tabak borcum var çocukluğumdan. Yıllar geçti bir türlü kapatamadım bu borçları. Birilerinin de bana borcu olmalı mutlaka, yoksa hiç kapanmayan bu borcun altında ezileceğim geceleri… Evet geceleri uykularımı kaçıran şeylerden biri de bu.
Galiba Jules Verne’in Denizler Altında Yirmi Bin Fersah’ında okuduğum mercanlar ile dolu adanın ortasındaki timsahların o terlikleri rehin aldığını hayal ederdim çocukken. Mercanları da inci zannederdim. İki sözcük de söylenirken çıkarılan sesler birbirine benziyor diye… kafamda hep ikisi de ışıltılı kalmış diye...
En çok toprakla oynardık. Dere kumundan daha işlevsel kırmızı topraklı bir dağ yamacında kuşburnu toplardık, annelerimizin yapacağı reçeli hayal ederken. Kuşburnu çantası dolunca da toprak doldururduk eski püskü plastik poşetlere. Akşamüstleri toplanıp çanak çömlek yapardık bu toprakla… Arkadaşıma borcum olan tabağı da defalarca yaptım ama hep çatladı. Her gece dua ederdim Allah’a, annesine o tabağı benim kırdığımı söylemesin diye… Tabak için 1 lira istemişti benden. Ara sıra dedem bir lira verirdi. Koşa koşa bakkala gider sakız, cips, kola ve şeker alırdım. Böyle zamanlarda tabağın parası aklıma gelmezdi. Bu parayı vermek yerine tabak yapıp fırında pişirerek borcumu ödeyebileceğimi düşünüp hayal kırıklığına uğradığım her seferinde dedemin bir sonraki harçlığını bekler olurdum. Çok zaman geçti, unuttum tabağı da borcu da… Çok şeyi unuttum, ondan ya bir türlü kapanmıyor bu borçlarım.
Hayatı yerden yaklaşık on santim yukarıda yaşadığım için yer çekimine daha fazla maruz kaldım hayat boyu. Galiba bu yüzden geceleri sırtım ağrıyor şimdi. Rüyalarımda gökyüzünden bir şeyler yağıyor. Ancak ben böyle şeylere aldırış etmem doğrusu. Sadece devamını görmek istiyorum hikayelerin rüyalarımda… sonra aklıma geliyor işte, bir yüz.
-Geriye bir şey kalmayana kadar tüketmeyi seviyorsun sen!
Neyi tükettiğimi bir türlü bilemiyorum. Adamın suratı kayıyor kafamda, birbirine giriyor burnu gözü. Esmer suratlı, gülüşü güzel biri. Bunu söylerken de gülüyor. Dudak kenarları kafamın içinde gayet net, kıvrılıyor yukarıya. Ama kimdi bu adam, bir türlü çıkaramıyorum. Mavi gemi denizin içinde kayboluyor, birbirine karışıyorlar. Şimdi kimse bulamaz o gemiyi denizin derinliklerinde… O maviliğin ucunda savruluyor bir beden, ellerinden başlamış savrulmaya. Görseniz toz bulutu sanırsınız. Dağlara savrulmak isterdi o. Sudan hazzetmez. Boğulur içinde. Adamın elleri geldi aklıma, bir bardak tutuyordu. Viski bardağı.
-Geriye bir şey kalmayana kadar tüketmeyi seviyorsun sen!
Bu cümleyi söylemeden hemen önce viski bardağı uzaklaştı ağzından. Gülüşü güzel adam… gülüşü güzel adam! Bunca yıl bir şey öğrendiysem gülüşü güzel adamların viski içmeyeceği de onlardan bir tanesiydi. Gülüşü güzel bir adam olmasını dilemiştim en azından. Kendimi tükettiğimi gören adamın gözleri parlamalıydı. Ama öyle değildi işte.
Adamla bir parkta karşılaşmıştı. Kaydıraktan kaymak gelmişti içinden bir gece, adam köşede karanlıkta oturuyordu. Kaydıraktan kaydı, düştü, kalktı, göğe baktı. Sonra gördü adamın silüetini… Gülüşü güzel adam olarak kalmalıydı hatıralarında… Bir önceki çıkarımını yok saymaya karar verdi. Pek tabi gülüşü en güzel adam viski içen adam olmalıydı.
Uzakta bir pencereden hafif müzik sesi geliyor şimdi. Uykusunu bölen şeyin bu olabileceğini düşündü. Müziğe kulak verdi bir süre kafası yastıkta, gecenin bir yarısı sakin, neşeli bir melodi geliyordu. Yukarı kalkan dudak kenarlarını anımsadı. Bu şarkıda kafasını bir o yana bir bu yana hareket ettirirdi. Yavaş yavaş omuzları canlanırdı. Aydınlığa çıkardı yüzü şarkının içinde… öylesine uzak bir anının içinde kaybolmuş esmer bir yüz. Dans ediyor şimdi bedeni… lambayı yakmak gerek. Bir sigara içip yatağına geri uzanacak. Dudakları yukarı kıvrılacak, gözlerini kapatacak. O yüz arkasını dönüp uzaklaşan bir sırta dönüşecek. Sabah olduğunda başlayacak o da kendini tüketmeye… şimdilik uyumalı. Güzel gecenin içinde kaybolan gülümsemelerin hepsi yerini dönük sırtlara bırakacak. O uyuyacak. Rüyasında kekik tarlaları görecek. Gökyüzünden şeyler yağacak.
Oysa dağların kekikleri de maviye karışalı çok oldu.
Bilge bir adamın sözlerini hatırladım. Nerede karşılaşmıştım bu adamla? Nasıl bir yüzü vardı? Neden gecenin bir yarısı uykumu bölüp gelmişti aklıma bilmiyorum.
-Geriye bir şey kalmayana kadar tüketmeyi seviyorsun sen.
Başıma delicesine bir ağrı girdi. Geriye bir şey kalmayacak kadar tüketmeyi sevdiğim şey ben de olabilirim belki diye düşündüm… mavi bir geminin ucunda yolculuk yaptığım bir akşam üstü başlamıştım kendimi tüketmeye. Öylesine, bir anda. Herhalde öyleydi.
Annem balık pişirmeyi sevmezdi. Balığın düşüncesinden bile nefret ederdi ama senede bir akşam babamın bir yerlerden bulup fazla diye aldığı hamsileri kim bilir ne zorluklarla ayıklayıp pişiriyordu. Şimdi anlıyorum annem için o günlerin ne zor olduğunu. Ben balık yemek için özellikle heyecanlanmazdım ama kardeşimin gözleri parlardı. Annem de o parlak gözler için katlanıyordu kesin. Bizim evde pişen hiçbir şeye heyecanlanmazdım ben…Anneanneme gittiğimizde ise dünyanın en güzel sofrasına oturmuşum hissine kapılıyordum. Yani öyle olmalıyım. Anneannemin gözlüklerini takardım gizlice… o heyecanı hiç unutmam. Çok sonra fark ettim aslında anneannemin yemeklerini değil de ev dışında yediğim her şeyi daha bir sevdiğimi. Bu anılarımın hepsi en geç beş yaşımdan kalma şeyler. O zamanlardan beri beni evden bu kadar uzaklaştıran şey neydi bir türlü anlayamam.
Böyle işte; yıllar sonra mavi bir geminin ucunda içine çökmeye başladı uzak gökyüzündeki bir yıldız gibi.
Bizim evde hamsi pişirilen akşamları düşününce denizlerin en derinleri aklıma geliyor. Denizle pek bağlantım olmadı hayat boyu, rengi dışında boğulacak bir su parçası gibi gelir bana … boğulmaktan, patlamaktan, delinmekten, kesilmekten, parçalanmaktan çok korkarım. Bir keresinde dereye kaçmıştık mahalledeki çocuklarla… suya terliklerimizi atıp yakalıyorduk sadece. Çok eğlendiğimiz bir gündü. Birinde kardeşimin terliğini kuma gömmüştük sonra bulamadık da eve kadar dört çocuk kucağımızda taşımıştık onu…Annemin gözlerinden ateş fışkırmıştı. Derenin çamuruna bir terlik parası kaptırmıştık. Bir de arkadaşıma 1 liralık tabak borcum var çocukluğumdan. Yıllar geçti bir türlü kapatamadım bu borçları. Birilerinin de bana borcu olmalı mutlaka, yoksa hiç kapanmayan bu borcun altında ezileceğim geceleri… Evet geceleri uykularımı kaçıran şeylerden biri de bu.
Galiba Jules Verne’in Denizler Altında Yirmi Bin Fersah’ında okuduğum mercanlar ile dolu adanın ortasındaki timsahların o terlikleri rehin aldığını hayal ederdim çocukken. Mercanları da inci zannederdim. İki sözcük de söylenirken çıkarılan sesler birbirine benziyor diye… kafamda hep ikisi de ışıltılı kalmış diye...
En çok toprakla oynardık. Dere kumundan daha işlevsel kırmızı topraklı bir dağ yamacında kuşburnu toplardık, annelerimizin yapacağı reçeli hayal ederken. Kuşburnu çantası dolunca da toprak doldururduk eski püskü plastik poşetlere. Akşamüstleri toplanıp çanak çömlek yapardık bu toprakla… Arkadaşıma borcum olan tabağı da defalarca yaptım ama hep çatladı. Her gece dua ederdim Allah’a, annesine o tabağı benim kırdığımı söylemesin diye… Tabak için 1 lira istemişti benden. Ara sıra dedem bir lira verirdi. Koşa koşa bakkala gider sakız, cips, kola ve şeker alırdım. Böyle zamanlarda tabağın parası aklıma gelmezdi. Bu parayı vermek yerine tabak yapıp fırında pişirerek borcumu ödeyebileceğimi düşünüp hayal kırıklığına uğradığım her seferinde dedemin bir sonraki harçlığını bekler olurdum. Çok zaman geçti, unuttum tabağı da borcu da… Çok şeyi unuttum, ondan ya bir türlü kapanmıyor bu borçlarım.
Hayatı yerden yaklaşık on santim yukarıda yaşadığım için yer çekimine daha fazla maruz kaldım hayat boyu. Galiba bu yüzden geceleri sırtım ağrıyor şimdi. Rüyalarımda gökyüzünden bir şeyler yağıyor. Ancak ben böyle şeylere aldırış etmem doğrusu. Sadece devamını görmek istiyorum hikayelerin rüyalarımda… sonra aklıma geliyor işte, bir yüz.
-Geriye bir şey kalmayana kadar tüketmeyi seviyorsun sen!
Neyi tükettiğimi bir türlü bilemiyorum. Adamın suratı kayıyor kafamda, birbirine giriyor burnu gözü. Esmer suratlı, gülüşü güzel biri. Bunu söylerken de gülüyor. Dudak kenarları kafamın içinde gayet net, kıvrılıyor yukarıya. Ama kimdi bu adam, bir türlü çıkaramıyorum. Mavi gemi denizin içinde kayboluyor, birbirine karışıyorlar. Şimdi kimse bulamaz o gemiyi denizin derinliklerinde… O maviliğin ucunda savruluyor bir beden, ellerinden başlamış savrulmaya. Görseniz toz bulutu sanırsınız. Dağlara savrulmak isterdi o. Sudan hazzetmez. Boğulur içinde. Adamın elleri geldi aklıma, bir bardak tutuyordu. Viski bardağı.
-Geriye bir şey kalmayana kadar tüketmeyi seviyorsun sen!
Bu cümleyi söylemeden hemen önce viski bardağı uzaklaştı ağzından. Gülüşü güzel adam… gülüşü güzel adam! Bunca yıl bir şey öğrendiysem gülüşü güzel adamların viski içmeyeceği de onlardan bir tanesiydi. Gülüşü güzel bir adam olmasını dilemiştim en azından. Kendimi tükettiğimi gören adamın gözleri parlamalıydı. Ama öyle değildi işte.
Adamla bir parkta karşılaşmıştı. Kaydıraktan kaymak gelmişti içinden bir gece, adam köşede karanlıkta oturuyordu. Kaydıraktan kaydı, düştü, kalktı, göğe baktı. Sonra gördü adamın silüetini… Gülüşü güzel adam olarak kalmalıydı hatıralarında… Bir önceki çıkarımını yok saymaya karar verdi. Pek tabi gülüşü en güzel adam viski içen adam olmalıydı.
Uzakta bir pencereden hafif müzik sesi geliyor şimdi. Uykusunu bölen şeyin bu olabileceğini düşündü. Müziğe kulak verdi bir süre kafası yastıkta, gecenin bir yarısı sakin, neşeli bir melodi geliyordu. Yukarı kalkan dudak kenarlarını anımsadı. Bu şarkıda kafasını bir o yana bir bu yana hareket ettirirdi. Yavaş yavaş omuzları canlanırdı. Aydınlığa çıkardı yüzü şarkının içinde… öylesine uzak bir anının içinde kaybolmuş esmer bir yüz. Dans ediyor şimdi bedeni… lambayı yakmak gerek. Bir sigara içip yatağına geri uzanacak. Dudakları yukarı kıvrılacak, gözlerini kapatacak. O yüz arkasını dönüp uzaklaşan bir sırta dönüşecek. Sabah olduğunda başlayacak o da kendini tüketmeye… şimdilik uyumalı. Güzel gecenin içinde kaybolan gülümsemelerin hepsi yerini dönük sırtlara bırakacak. O uyuyacak. Rüyasında kekik tarlaları görecek. Gökyüzünden şeyler yağacak.
Oysa dağların kekikleri de maviye karışalı çok oldu.
Bu mesaja teşekkür edenler (6 kişi): Pyskhe, prenses serenity, mirai, Ichimi, SanJi, hibertansiyar
@Kelan
İlk okuduğumda ben de öyle düşünmüştüm, karakterimiz kendini tüketmeyi seviyor. Ama tüketmesin kendini
Hayatı yerden 10 santim yüksekte yaşayan birinin kendini tüketmesi namümkün zaten. Allah'a yakın
Fonetik olarak mercan ve inci'yi birbirine benzetmesini sevdim. Benim de bu tarz takıntılarım var
Akşam pencerenin dışından gelen o eğlenceli müzik sesi benden geliyordu bu arada. Birilerinin bir yerlerde dans ettiğini biliyordum
Biraz çocukluğa götüren, oradan dönüp bizleri gizemli bir apartmana ışınlayan esrarengiz bir hikaye olmuş. Aylak adam tadı verdi bana biraz. Ellerine sağlık
İlk okuduğumda ben de öyle düşünmüştüm, karakterimiz kendini tüketmeyi seviyor. Ama tüketmesin kendini


Fonetik olarak mercan ve inci'yi birbirine benzetmesini sevdim. Benim de bu tarz takıntılarım var

Akşam pencerenin dışından gelen o eğlenceli müzik sesi benden geliyordu bu arada. Birilerinin bir yerlerde dans ettiğini biliyordum

Biraz çocukluğa götüren, oradan dönüp bizleri gizemli bir apartmana ışınlayan esrarengiz bir hikaye olmuş. Aylak adam tadı verdi bana biraz. Ellerine sağlık

Bu mesaja teşekkür edenler (2 kişi): prenses serenity, Ichimi
1. sayfa (Toplam 2 sayfa) [ 19 mesaj ] |
Bu forumda yeni başlıklar açamazsınız Bu forumdaki başlıklara cevap veremezsiniz Bu forumdaki mesajlarınızı değiştiremezsiniz Bu forumdaki mesajlarınızı silemezsiniz Bu forumdaki anketlerde oy kullanamazsınız |