2025 Ağustos - Eylül Hikayeleri > mercan, dans, viski Sayfaya git: Önceki, 1, 2 |
Yazar
Mesaj
@sanji Yusuf Atılgan severim...bilinç akışı dışında bir şey yazamıyorum ben, galiba yani. Evrendeki bütün müzik sesleri senin pencerenden geliyor olmalı zaten
D
Yorumun için teşekkür ediyorum. Ayrıca hikayende bana da yer verdiğin için de teşekkürler.
@ichimi benim kahramanlık miti boyumu aşmış ama senin hikayende yer almaktan da onur duydum. Teşekkürler

Yorumun için teşekkür ediyorum. Ayrıca hikayende bana da yer verdiğin için de teşekkürler.

@ichimi benim kahramanlık miti boyumu aşmış ama senin hikayende yer almaktan da onur duydum. Teşekkürler

Bu mesaja teşekkür edenler (2 kişi): prenses serenity, SanJi
Deniz Feneri Görevlisi: Mercanın Fısıldadığı Gece
Karanlık fırtınalı bir gecede, karanlık denizin üstünde, deniz feneri bir yıldız gibi yanıp sönüyordu. Geceyi yırtan fırtına, gökyüzünde çakan şimşeklerle sanki dünyanın en eski şarkılarını haykırıyordu. Orada, fenerin içinde, yalnız kalmış bir adam oturuyordu. Bu, fenerin koruyucusu ama artık yalnızlığın kölesi olan deniz feneri görevlisidir.
Her zamanki gibi, onu hiç bir zaman yarıyolda bırakmayan çelik matarasını dudaklarına götürdü ve bir yudum aldı. Yudum aldığı, keskin viski, boğazında bir ateş gibi kavruldu ve gözlerinden taştı. O gözler, yas ve hatırasının buğusuyla doluydu.
Önündeki masanın çekmecesini açtığında, parıldayan bir mercanı gördü. Sıradan taşlardan farklıydı. Gözleri pırıltısını gördüğü her seferde, eşinin narin ellerini, gülüşünü ve deniz kokulu saçlarını hatırlıyordu. Elleri, yılların yüküyle nasılaşmış olsa da mercanı avcuna aldığında, onun bir kadının elinden alır gibi hissediyordu.
“Bu özel bir mercan” demişti vaktiyle dostu olan Canatan. “Diğerleri gibi değil.”
Aslında, gerçekten de özel bir mercandı bu. Mercanın herbir dalı, adamın hayatındaki bir dönemi andırıyor gibiydi. Mesela bazı kısımları gençliğinin baharını, bazı kısımları ise ayrılığının acısını. Bazen de mercan, adamı değil, adam mercanı tutuyormuş gibi geliyordu. Hayattan ayrılmadan tutunuyor gibi.
Bugün, mercan daha farklı parlıyordu. Bir anda mercan’ın içinden cızırtılar yükseldi. İçinden sanki bir ses sesleniyordu, bir şarkı mıydı insan mıydı, hem tanıdık hem de tuhaf… Aniden fırtınalı gecenin uğultusuna karışmıştı ses: “Deniz FM’e hoş geldiniz! Bugün kaybolan sevgililer ve geri dönmeyen tekneler ile ilgili bir yayın yapacağız.”
Adam önce hayal gördüğünü sandı, sonrasında gerçek olduğunu düşündü ve tebessüm etti. Sanki bu deniz ruhlarının ona yapılan bir sınavıydı ama belki de poseidon’un yaptığı aptalca bir şakaydı.
Dışarıda dalgalar kabardıkça kabardı, minyatür gemiler köpüklerden doğup birbirine çarptı, gecenin yarısında martılar insan sesleriyle birbirlerine bağırdı… ve sisin içinden eşinin silüeti göründü. Adeta bir elf prensesi gibi ama tuzlu sularla lekelenmiş, yosunlarla kaplanmış, gözleri artık birer gölge halindeydi.
Adam viskisinden son bir yudum aldı ve fırtınanın ortasında mercanı denize fırlattı. Deniz daha da öfkelendi, kabarıp gökyüzündeki yıldızları yutacak gibi oldu. Ama o anda fenerin ışığı hiç olmadığı kadar parladı. Belki bir veda, belki de yeni bir başlangıçtı bu.
Ve tam o sırada, denizle göğün birleştiği o uçsuz bucaksız karanlıktan iki ses yankılandı: hüzünlü, kadim bir şarkı ve ardından, absürd bir cızırtıyla,
“Deniz FM’in sıradaki yayınına hoş geldiniz!”
Adam hiçbir şeye anlam veremedi. Sadece bir seyirci gibi izledi her şeyi. Sonunda kendi kendine mırıldandı “Herhalde çok içtim.”
Sonra yatağına döndü ve uyumaya çalıştı.
Edit:
Karanlık fırtınalı bir gecede, karanlık denizin üstünde, deniz feneri bir yıldız gibi yanıp sönüyordu. Geceyi yırtan fırtına, gökyüzünde çakan şimşeklerle sanki dünyanın en eski şarkılarını haykırıyordu. Orada, fenerin içinde, yalnız kalmış bir adam oturuyordu. Bu, fenerin koruyucusu ama artık yalnızlığın kölesi olan deniz feneri görevlisidir.
Her zamanki gibi, onu hiç bir zaman yarıyolda bırakmayan çelik matarasını dudaklarına götürdü ve bir yudum aldı. Yudum aldığı, keskin viski, boğazında bir ateş gibi kavruldu ve gözlerinden taştı. O gözler, yas ve hatırasının buğusuyla doluydu.
Önündeki masanın çekmecesini açtığında, parıldayan bir mercanı gördü. Sıradan taşlardan farklıydı. Gözleri pırıltısını gördüğü her seferde, eşinin narin ellerini, gülüşünü ve deniz kokulu saçlarını hatırlıyordu. Elleri, yılların yüküyle nasılaşmış olsa da mercanı avcuna aldığında, onun bir kadının elinden alır gibi hissediyordu.
“Bu özel bir mercan” demişti vaktiyle dostu olan Canatan. “Diğerleri gibi değil.”
Aslında, gerçekten de özel bir mercandı bu. Mercanın herbir dalı, adamın hayatındaki bir dönemi andırıyor gibiydi. Mesela bazı kısımları gençliğinin baharını, bazı kısımları ise ayrılığının acısını. Bazen de mercan, adamı değil, adam mercanı tutuyormuş gibi geliyordu. Hayattan ayrılmadan tutunuyor gibi.
Bugün, mercan daha farklı parlıyordu. Bir anda mercan’ın içinden cızırtılar yükseldi. İçinden sanki bir ses sesleniyordu, bir şarkı mıydı insan mıydı, hem tanıdık hem de tuhaf… Aniden fırtınalı gecenin uğultusuna karışmıştı ses: “Deniz FM’e hoş geldiniz! Bugün kaybolan sevgililer ve geri dönmeyen tekneler ile ilgili bir yayın yapacağız.”
Adam önce hayal gördüğünü sandı, sonrasında gerçek olduğunu düşündü ve tebessüm etti. Sanki bu deniz ruhlarının ona yapılan bir sınavıydı ama belki de poseidon’un yaptığı aptalca bir şakaydı.
Dışarıda dalgalar kabardıkça kabardı, minyatür gemiler köpüklerden doğup birbirine çarptı, gecenin yarısında martılar insan sesleriyle birbirlerine bağırdı… ve sisin içinden eşinin silüeti göründü. Adeta bir elf prensesi gibi ama tuzlu sularla lekelenmiş, yosunlarla kaplanmış, gözleri artık birer gölge halindeydi.
Adam viskisinden son bir yudum aldı ve fırtınanın ortasında mercanı denize fırlattı. Deniz daha da öfkelendi, kabarıp gökyüzündeki yıldızları yutacak gibi oldu. Ama o anda fenerin ışığı hiç olmadığı kadar parladı. Belki bir veda, belki de yeni bir başlangıçtı bu.
Ve tam o sırada, denizle göğün birleştiği o uçsuz bucaksız karanlıktan iki ses yankılandı: hüzünlü, kadim bir şarkı ve ardından, absürd bir cızırtıyla,
“Deniz FM’in sıradaki yayınına hoş geldiniz!”
Adam hiçbir şeye anlam veremedi. Sadece bir seyirci gibi izledi her şeyi. Sonunda kendi kendine mırıldandı “Herhalde çok içtim.”
Sonra yatağına döndü ve uyumaya çalıştı.
Edit:
Spoiler:
Bu mesaja teşekkür edenler (5 kişi): prenses serenity, Pyskhe, SanJi, mirai, Kelan
@SanJi Öncelikle belirtmeliyim ki sonunda animeweb malikanesine dahil olmaktan büyük onur duydum
Erzurum’dan bu kadar sevgiyle bahsettiğimi bazen fark etmiyorum ama bu hikayede çok net hissetttim
Bu hikâyeden sonra Erzurum’u gerçekten memleketim olduğu için mi yoksa başka bir nedenden mi seviyorum sorusunu daha çok düşünmeye başladım. Bu farkındalık için ayrıca teşekkür ederim
Bu kadar dernek başkanlığından sonra phü! eşiğinde suratıma çıkartma yediğim kısımlarda kahkaha attım ashajasjaj
Mercan–viski–dans üçlüsü zaten çok eğlenceliydi ama beni en çok etkileyen kısım, arada beliren o ciddi deniz tasviri oldu. Çünkü ben de çoğu zaman eğlencenin içinde bir an durup daha derin şeyler düşünen biriyim. O pasaj bana tam da bu hissi verdi. Bir de tabi ki Erzurum'da deniz olsaydı daha güzel görünürdü. Martılar da bence Erzurum’a doğru havalandı.
@Ichimi Baştaki absürt mizahın giderek tatlı ve duygusal bir finale dönüşmesi çok hoşuma gitti. Viski ve mandal kısmı beni kahkahaya boğdu. Hatice’nin helikopteri, benim Ferrari’m ve Erzurum Denizi detayı da ayrı bir gönül çalma hamlesiydi
Mercan’ın gelişiyle hikâye bambaşka bir tona geçti; bu da bana hayatın eğlenceli ve ciddi taraflarının nasıl iç içe geçtiğini hatırlattı. Mercan, hoş geldin… Umarım bir gün Erzurum’u Sevenler Derneği’ne üye olursun. İleride teyzen sana bu hikâyeleri okutursa bil ki Ferrari’mle her zaman yanına gelmeye hazırım.
@Preussen Hikayen etkili ve tarihe işlenecek önemli bir detay olmuş asjsjahsa bu katkı için teşekkür ederiz
@Gama_Sennin Bu hikâyeyi okurken kendimi neredeyse bir mitoloji kitabının sayfasında hissettim
En başından itibaren atmosfer çok şiirsel, neredeyse büyülüydü. Gölge ve ayna metaforlarını hep çok sevmişimdir. Medusa’nın hikâyesini sadece bir lanet gibi değil, insanın kendine tuttuğu ayna olarak yorumlaman beni çok etkiledi. Özellikle mercanların Medusa’nın kanından doğması fikri hem ürkütücü hem de çok estetikti. Suyun altındaki kırmızı taş çiçeklerin dansı, bana hem yaşamın kırılganlığını hem de güzelliğin nereden doğduğunu hatırlattı
Bu arada çizimler çok iyi… ahh şu yapay zeka da işimize taş koydu gibi ahsjasjka
@Kelan Bu hikâyeyi okurken aklıma pulsar yıldızı geldi
Kendini tüketmiş bir yıldızın geriye bıraktığı, ama hâlâ düzenli bir şekilde evrene ışık gönderen hali… Senin hikâyende de sanki kendini tüketme duygusu böyle: Bir yanıyla yorgun, ağır ve bitkin; ama diğer yanıyla hâlâ ışık saçan, hâlâ hatırlatan, hâlâ yaşama tutunan…
Satırların arasındaki o çocukluk anıları, borçla ilgili küçük detaylar, anneannenin yemekleri… hepsi birer küçük hazine gibi dizilmişti. Hikayede bir yandan hüzün, bir yandan ince bir tebessüm vardı. Gülüşü güzel adam imgesi, hem çok canlı hem de çok kırılgan geldi bana; dudak kenarlarının kıvrıklığını o kadar net hissettirdin ki, ben de gözümün önünde gördüm. Kekik tarlalarıyla biten o düş, bana tüketmekten arda kalan yaşamın kokusunu hissettirdi. Kendini tüketiyorsun çünkü çok şey hissediyorsun, çok şey hatırlıyorsun, çok şey taşıyorsun. Tüketirken tükenmekten vazgeçmeyeceksen birlikte tükenelim dostum
@hibertansiyar Fırtınalı ve kasvetli bir atmosferin içinde mercanın böyle derin bir sembole dönüşmesi…
Onun dallarında hayatın dönemlerini görmek, eşini hatırlaması çok şiirsel bir ayrıntıydı.Betimlemelerini çok sevdim
Aynı zamanda martıların insan sesiyle bağırması, ‘Deniz FM’ gibi detaylar bana çok eğlenceli ve tatlı geldi; sanki karanlığın ortasında bir tebessüm ışığıydı. Hikayen ben de hem hüzünlü hem de gülümseten, deniz gibi dalgalı bir his bıraktı. Çizime de bayıldımm… renkler çok güzel..




Mercan–viski–dans üçlüsü zaten çok eğlenceliydi ama beni en çok etkileyen kısım, arada beliren o ciddi deniz tasviri oldu. Çünkü ben de çoğu zaman eğlencenin içinde bir an durup daha derin şeyler düşünen biriyim. O pasaj bana tam da bu hissi verdi. Bir de tabi ki Erzurum'da deniz olsaydı daha güzel görünürdü. Martılar da bence Erzurum’a doğru havalandı.

@Ichimi Baştaki absürt mizahın giderek tatlı ve duygusal bir finale dönüşmesi çok hoşuma gitti. Viski ve mandal kısmı beni kahkahaya boğdu. Hatice’nin helikopteri, benim Ferrari’m ve Erzurum Denizi detayı da ayrı bir gönül çalma hamlesiydi


@Preussen Hikayen etkili ve tarihe işlenecek önemli bir detay olmuş asjsjahsa bu katkı için teşekkür ederiz

@Gama_Sennin Bu hikâyeyi okurken kendimi neredeyse bir mitoloji kitabının sayfasında hissettim


@Kelan Bu hikâyeyi okurken aklıma pulsar yıldızı geldi

Satırların arasındaki o çocukluk anıları, borçla ilgili küçük detaylar, anneannenin yemekleri… hepsi birer küçük hazine gibi dizilmişti. Hikayede bir yandan hüzün, bir yandan ince bir tebessüm vardı. Gülüşü güzel adam imgesi, hem çok canlı hem de çok kırılgan geldi bana; dudak kenarlarının kıvrıklığını o kadar net hissettirdin ki, ben de gözümün önünde gördüm. Kekik tarlalarıyla biten o düş, bana tüketmekten arda kalan yaşamın kokusunu hissettirdi. Kendini tüketiyorsun çünkü çok şey hissediyorsun, çok şey hatırlıyorsun, çok şey taşıyorsun. Tüketirken tükenmekten vazgeçmeyeceksen birlikte tükenelim dostum

@hibertansiyar Fırtınalı ve kasvetli bir atmosferin içinde mercanın böyle derin bir sembole dönüşmesi…


[center]
[center]

Bu mesaja teşekkür edenler (2 kişi): prenses serenity, Preussen
Gölge
Evet, sonunda bulmuştu. Yıllardır aradığı, her şeyi düzene sokacak o defteri. Rastlantı değildi bu; onu bulmak için yıllarını harcamıştı ama hiç ummadığı bir anda karşısına çıkıvermişti. Tıpkı defterin yanında hediye olarak gönderilen, sakuralarla bezeli yıldızlı ayraç gibi. Defteri büyük bir mutlulukla açtı sayfalarını çevirdi, tanıştı onunla… sanki yıllardır bu anı bekliyormuş gibi gözlerinin içi parladı.
Bu minik tanışmanın hemen ardından yazmaya niyetlendi ama sonra durdu. Zihnine her gün hücum eden kelimeler bir anda yok olmuştu. “Nereye gitmişti bu kelimeler, neden saklandılar ki şimdi?” diye düşündü. Onları çıkarmak da zaman alacak gibiydi.
Defterin sayfalarına henüz yazılmamış cümleler ona yük oluyordu. Bu yüzden yazmalıydı ama kelimeler bir türlü gelmedi. Günler geçti… elinde birkaç kelime vardı ama diğer kelimeler savrulup duruyor gelecek gibi oluyor sonra vazgeçiyorlardı sanki. “Buna bir çözüm bulmalıyım.” diye düşündü.
Defteri her gün yanında taşıdı, sayfalarla bakıştı ama her geçen gün kelimeler ondan uzaklaşmaya devam etti. “Müzik…” dedi. “Benim kelimelerim onların ardında saklı. Söylemek istediklerimi bazen onlar söylüyor. Belki de doğru müziği bulduğumda kelimeler de gelir.”
Bu sefer o müziği aramaya başladı. Kelimeler vardı ama onun kelimeleri hangisinde gizliydi? Saatlerce, günlerce aradı durdu. Ama fark etti ki aslında müzik kendi içindeki kelimeleri susturuyordu. Kendi kelimelerini saklayıp onların ardına sığındıkça kelimelerini kaybediyordu.
Bir akşam pencerenin önündeki masasının başına oturdu. Defterini açtı, kalemini eline aldı. Günlerdir farklı arayışlarla erteleyip durduğu, bulamadığı kelimeleri artık bulup çıkarmalıydı. Tam o sırada bir müzik sesi duyar gibi oldu. “Nereden geliyor bu ses?” diye dikkat kesildi. Müzik hem çok yakında hem de çok uzakta gibiydi. “Aradığım kelimeleri getirecek olan müzik bu mu acaba?” diye düşünmeden edemedi.
Heyecanlanarak o müziğin peşinden koşmaya başladı. Müzik onu kendine çekiyor ama sonra susuyordu. Koridordan hızla geçti, merdivenlerden koşar adımlarla indi. Kendini dışarı attı. Soğuk rüzgâr içeri dolarken saçlarını savurdu. Erzurum’un ayazı, yüzüne çarpan sert ama dürüst bir gerçeklikti. Bir an kendine geldiğini hissetti. Gözlerini kapadı, havayı içine çekti. Doğup büyüdüğü toprakları seviyordu; Erzurum’un ayazını, soğuğun insana öğrettiği sabrı, kışın uzun gecelerindeki sessizliği, ayı ve yıldızları…
Ve anladı: Müzik buradaydı ama kelimeleri yoktu. Kelimeleri olmayan bu müzik tekrar onu çağırıyordu. Ama bu sefer ses odasından geliyordu, bundan emindi. Merdivenleri ikişer üçer atlayarak hızla çıktı. Koridordan bir rüzgâr gibi geçti. Nefes nefese kalmıştı, tam odasına girecekti ki bir anda durdu.
Kapı aralıktı ve içeride biri vardı. Evet, kesinlikle biri vardı. Gölgesini görüyordu. Dışarıdaki sokak lambalarının ışığı, odadaki mumun titrek ışığıyla birleşiyor; bu gölge müzik sesiyle birlikte bir belirginleşiyor, bir yok oluyordu. Kapıya daha da yaklaştı. Korkuyordu, kalbi yerinden çıkacak gibiydi. Kapı aralığından başını içeriye uzattı. İçeriye yavaşça göz attı. Kimse yoktu. Ama masada defterinin hemen yanında bir viski kadehi duruyordu. Masadaki mumun ışığı kadehe vuruyor ve onu mercan kırmızısına boyuyordu.
Masaya doğru tedirgin adımlarla ilerledi. Sonra masada duran eski bir defteri gözüne ilişti. Kapağında mercanların ve balıkların arasında denizde savrulan bir çocuk çizimi vardı. Üzerinde “Her zaman arkadaş olacağız / Bu güzel dünyada dolaşırken” yazıyordu. Defteri açtı, sayfalarına göz attı. Kendi kelimelerinden kaçmaya çalıştığı için bu deftere de ders notlarını yazmıştı. Sonra defterin kapağına tekrar baktı. Evet, yeni tanıştığı bu defter de onun arkadaşıydı. Onu tanıdıkça ona kelimelerini verebilecekti.
Tıpkı defterin üzerindeki mercanlar gibiydi bu defter de. Bilirsiniz ki denizin derinliklerine indiğinde ilk önce bir sessizlik karşılar sizi. Yüzeyin gürültüsü geride kalır, dalgaların öfkesi söner. Ve orada, maviliğin en sabırlı noktasında mercanlar yükselir. Onlar, denizin gizli şehirleridir. Taş sanırsınız ama nefes alırlar. Çiçek sanırsınız ama kökleri yoktur. Mercan, bütün bu tanımların arasına sıkışmaz; kendine özgü bir varoluşun sessizliğinde büyür. Her kıvrımında zamanın izi vardır. Binlerce yılın suyla yoğrulmuş hikâyesini saklar. Bir mercan kolonisine bakmak, aslında eski bir tarihin kapısını aralamaktır. İklimin değişimini, denizin öfkesini, güneşin sabrını onların sessiz bedenlerinde okumak mümkündür.
Gece olduğunda, mercanlar açılır. Karanlık suda çiçeklenir, dokunaçlarıyla görünmez yıldızları toplarlar. Bu an, denizin gizli bir dansıdır; görmeyen gözlere kapalı, sabırlı bir şölen. Mercan, denizin en eski anlatıcısıdır. Bizim içinse, bakmasını bilen gözlere hem güzelliğin hem de faniliğin sessiz dersini verir. Onun için bu defter de böyleydi. Ve zamanla onun kelimelerine kucak açacaktı.
Evet, öyle olmalıydı diye düşünürken bir an pencereden içeriye doğru hızla bir rüzgâr esti ve kapı çarparak kapandı. Tam bu sırada birden duvarlarda bir gölge belirdi.
Gölge kendi kendine hareket ediyor, dans eder gibi salınıyordu. Nefesi hızlandı; sanki başka bir hayatın yansıması odanın içinde dolaşıyordu. Gölge dans ettikçe müzik sesi netleşmeye başladı. Gölge neşeyle o duvardan diğer duvara geçiyor, ahenkle dans ediyordu ki izlendiğini fark etmiş gibi bir anda durdu.
Gölgeyi korkuyla ve şaşkınlıkla izlerken o durunca yutkundu. Ne yapacağını bilemedi. Viski kadehine doğru elini uzattı. Fark etti ki gölge tıpkı kendi gölgesiymiş gibi kadehe uzanıyordu. Kadehi eline aldı, dudaklarına götürür gibi yaptı ama içmedi. Çünkü o hiç içmezdi. Ama gizlice gölgeyi izliyordu.
Kadehi yavaşça dudaklarından uzaklaştırdı. Ve o an fark etti ki gölge viskiyi içmeye devam ediyordu. Ne yapacağını bilemedi. Kadehi yavaşça masanın üzerine bıraktı. Ama bu sefer gölge de aynı hareketi tekrarladı.
Masaya geçip oturdu. Açık bıraktığı defterine bir süre baktı ve kalemi eline aldı. Gölge de aynısını yaptı. Defteri kapatmak istedi ama yapamadı. Çünkü yazılması gerekenler vardı. Gölgeyi seyretti ve sonra gölgeye sormak istediklerini yazdı:
“Kimin gölgesisin sen?”
Cevap yoktu. Ama gölge gülümsüyor gibiydi. Kalemi oynattı, deftere bir şeyler yazdı.
Deftere baktı:
“Sen yazdıkça ben varım.”
Gözleri doldu. Gölge, onun sakladığı kelimelerdi. Onun korkuları, arzuları, geçmişi ve hayalleri… Defterin boşluğu, gölgenin sessizliğinde anlam kazanıyordu.
Ve işte şimdi… kelimeler dönüyordu.
O gece boyunca yazdı. Gölge de. Aynı anda, aynı kelimelerde, cümlelerde buluştular. Birbirlerinin ritminde. Müziğin, rüzgârın, mercanların, yıldızların eşliğinde…
Sabah olduğunda, güneş pencereden içeri süzülürken gölge yavaşça silindi.
Ama defter doluydu: hikâyelerle, gerçeklerle ve en çok da kendisiyle… geceleri ona eşlik eden gölgeyle.
Evet, sonunda bulmuştu. Yıllardır aradığı, her şeyi düzene sokacak o defteri. Rastlantı değildi bu; onu bulmak için yıllarını harcamıştı ama hiç ummadığı bir anda karşısına çıkıvermişti. Tıpkı defterin yanında hediye olarak gönderilen, sakuralarla bezeli yıldızlı ayraç gibi. Defteri büyük bir mutlulukla açtı sayfalarını çevirdi, tanıştı onunla… sanki yıllardır bu anı bekliyormuş gibi gözlerinin içi parladı.
Bu minik tanışmanın hemen ardından yazmaya niyetlendi ama sonra durdu. Zihnine her gün hücum eden kelimeler bir anda yok olmuştu. “Nereye gitmişti bu kelimeler, neden saklandılar ki şimdi?” diye düşündü. Onları çıkarmak da zaman alacak gibiydi.
Defterin sayfalarına henüz yazılmamış cümleler ona yük oluyordu. Bu yüzden yazmalıydı ama kelimeler bir türlü gelmedi. Günler geçti… elinde birkaç kelime vardı ama diğer kelimeler savrulup duruyor gelecek gibi oluyor sonra vazgeçiyorlardı sanki. “Buna bir çözüm bulmalıyım.” diye düşündü.
Defteri her gün yanında taşıdı, sayfalarla bakıştı ama her geçen gün kelimeler ondan uzaklaşmaya devam etti. “Müzik…” dedi. “Benim kelimelerim onların ardında saklı. Söylemek istediklerimi bazen onlar söylüyor. Belki de doğru müziği bulduğumda kelimeler de gelir.”
Bu sefer o müziği aramaya başladı. Kelimeler vardı ama onun kelimeleri hangisinde gizliydi? Saatlerce, günlerce aradı durdu. Ama fark etti ki aslında müzik kendi içindeki kelimeleri susturuyordu. Kendi kelimelerini saklayıp onların ardına sığındıkça kelimelerini kaybediyordu.
Bir akşam pencerenin önündeki masasının başına oturdu. Defterini açtı, kalemini eline aldı. Günlerdir farklı arayışlarla erteleyip durduğu, bulamadığı kelimeleri artık bulup çıkarmalıydı. Tam o sırada bir müzik sesi duyar gibi oldu. “Nereden geliyor bu ses?” diye dikkat kesildi. Müzik hem çok yakında hem de çok uzakta gibiydi. “Aradığım kelimeleri getirecek olan müzik bu mu acaba?” diye düşünmeden edemedi.
Heyecanlanarak o müziğin peşinden koşmaya başladı. Müzik onu kendine çekiyor ama sonra susuyordu. Koridordan hızla geçti, merdivenlerden koşar adımlarla indi. Kendini dışarı attı. Soğuk rüzgâr içeri dolarken saçlarını savurdu. Erzurum’un ayazı, yüzüne çarpan sert ama dürüst bir gerçeklikti. Bir an kendine geldiğini hissetti. Gözlerini kapadı, havayı içine çekti. Doğup büyüdüğü toprakları seviyordu; Erzurum’un ayazını, soğuğun insana öğrettiği sabrı, kışın uzun gecelerindeki sessizliği, ayı ve yıldızları…
Ve anladı: Müzik buradaydı ama kelimeleri yoktu. Kelimeleri olmayan bu müzik tekrar onu çağırıyordu. Ama bu sefer ses odasından geliyordu, bundan emindi. Merdivenleri ikişer üçer atlayarak hızla çıktı. Koridordan bir rüzgâr gibi geçti. Nefes nefese kalmıştı, tam odasına girecekti ki bir anda durdu.
Kapı aralıktı ve içeride biri vardı. Evet, kesinlikle biri vardı. Gölgesini görüyordu. Dışarıdaki sokak lambalarının ışığı, odadaki mumun titrek ışığıyla birleşiyor; bu gölge müzik sesiyle birlikte bir belirginleşiyor, bir yok oluyordu. Kapıya daha da yaklaştı. Korkuyordu, kalbi yerinden çıkacak gibiydi. Kapı aralığından başını içeriye uzattı. İçeriye yavaşça göz attı. Kimse yoktu. Ama masada defterinin hemen yanında bir viski kadehi duruyordu. Masadaki mumun ışığı kadehe vuruyor ve onu mercan kırmızısına boyuyordu.
Masaya doğru tedirgin adımlarla ilerledi. Sonra masada duran eski bir defteri gözüne ilişti. Kapağında mercanların ve balıkların arasında denizde savrulan bir çocuk çizimi vardı. Üzerinde “Her zaman arkadaş olacağız / Bu güzel dünyada dolaşırken” yazıyordu. Defteri açtı, sayfalarına göz attı. Kendi kelimelerinden kaçmaya çalıştığı için bu deftere de ders notlarını yazmıştı. Sonra defterin kapağına tekrar baktı. Evet, yeni tanıştığı bu defter de onun arkadaşıydı. Onu tanıdıkça ona kelimelerini verebilecekti.
Tıpkı defterin üzerindeki mercanlar gibiydi bu defter de. Bilirsiniz ki denizin derinliklerine indiğinde ilk önce bir sessizlik karşılar sizi. Yüzeyin gürültüsü geride kalır, dalgaların öfkesi söner. Ve orada, maviliğin en sabırlı noktasında mercanlar yükselir. Onlar, denizin gizli şehirleridir. Taş sanırsınız ama nefes alırlar. Çiçek sanırsınız ama kökleri yoktur. Mercan, bütün bu tanımların arasına sıkışmaz; kendine özgü bir varoluşun sessizliğinde büyür. Her kıvrımında zamanın izi vardır. Binlerce yılın suyla yoğrulmuş hikâyesini saklar. Bir mercan kolonisine bakmak, aslında eski bir tarihin kapısını aralamaktır. İklimin değişimini, denizin öfkesini, güneşin sabrını onların sessiz bedenlerinde okumak mümkündür.
Gece olduğunda, mercanlar açılır. Karanlık suda çiçeklenir, dokunaçlarıyla görünmez yıldızları toplarlar. Bu an, denizin gizli bir dansıdır; görmeyen gözlere kapalı, sabırlı bir şölen. Mercan, denizin en eski anlatıcısıdır. Bizim içinse, bakmasını bilen gözlere hem güzelliğin hem de faniliğin sessiz dersini verir. Onun için bu defter de böyleydi. Ve zamanla onun kelimelerine kucak açacaktı.
Evet, öyle olmalıydı diye düşünürken bir an pencereden içeriye doğru hızla bir rüzgâr esti ve kapı çarparak kapandı. Tam bu sırada birden duvarlarda bir gölge belirdi.
Gölge kendi kendine hareket ediyor, dans eder gibi salınıyordu. Nefesi hızlandı; sanki başka bir hayatın yansıması odanın içinde dolaşıyordu. Gölge dans ettikçe müzik sesi netleşmeye başladı. Gölge neşeyle o duvardan diğer duvara geçiyor, ahenkle dans ediyordu ki izlendiğini fark etmiş gibi bir anda durdu.
Gölgeyi korkuyla ve şaşkınlıkla izlerken o durunca yutkundu. Ne yapacağını bilemedi. Viski kadehine doğru elini uzattı. Fark etti ki gölge tıpkı kendi gölgesiymiş gibi kadehe uzanıyordu. Kadehi eline aldı, dudaklarına götürür gibi yaptı ama içmedi. Çünkü o hiç içmezdi. Ama gizlice gölgeyi izliyordu.
Kadehi yavaşça dudaklarından uzaklaştırdı. Ve o an fark etti ki gölge viskiyi içmeye devam ediyordu. Ne yapacağını bilemedi. Kadehi yavaşça masanın üzerine bıraktı. Ama bu sefer gölge de aynı hareketi tekrarladı.
Masaya geçip oturdu. Açık bıraktığı defterine bir süre baktı ve kalemi eline aldı. Gölge de aynısını yaptı. Defteri kapatmak istedi ama yapamadı. Çünkü yazılması gerekenler vardı. Gölgeyi seyretti ve sonra gölgeye sormak istediklerini yazdı:
“Kimin gölgesisin sen?”
Cevap yoktu. Ama gölge gülümsüyor gibiydi. Kalemi oynattı, deftere bir şeyler yazdı.
Deftere baktı:
“Sen yazdıkça ben varım.”
Gözleri doldu. Gölge, onun sakladığı kelimelerdi. Onun korkuları, arzuları, geçmişi ve hayalleri… Defterin boşluğu, gölgenin sessizliğinde anlam kazanıyordu.
Ve işte şimdi… kelimeler dönüyordu.
O gece boyunca yazdı. Gölge de. Aynı anda, aynı kelimelerde, cümlelerde buluştular. Birbirlerinin ritminde. Müziğin, rüzgârın, mercanların, yıldızların eşliğinde…
Sabah olduğunda, güneş pencereden içeri süzülürken gölge yavaşça silindi.
Ama defter doluydu: hikâyelerle, gerçeklerle ve en çok da kendisiyle… geceleri ona eşlik eden gölgeyle.
[center]
[center]

Bu mesaja teşekkür edenler (4 kişi): prenses serenity, Pyskhe, Kelan, SanJi
Bir gün İstiridye Faruk, denizin dibindeki MercanMaximum sinemasına gider. Yeni çıkan "Neşeli Ayaklar: Son Dans" filmini izlemeye gelmiştir.
Film başlamadan önce viskisini popcornunu alıp yerine geçer.
Tam film başlayacakken, önüne koca bir ıstakoz oturur. Ama öyle böyle değil.
Kafası parlatılmış gibi, filmden ışık vurdukça yansıyor.
Faruk’un gözleri kamaşır, bir türlü filme odaklanamaz.
Kendi kendine söylenir:
-"Ulan şunun ensesine bi tane şaklatayım ama koca ıstakoz... Bi kalkarsa kabuklarımı söker valla"
O sırada yan koltuğa yan yan yürüyerek Yengeç Cemil oturur. Yengeç Cemil eski delikanlılardandır yan yürür ama düz vurur.
Faruk dönüp Cemil’e fısıldar:
-"Cemil şu önümüzdeki ıstakozun ensesine bi tane yapıştır sana 5 inci vericem."
Cemil biraz düşünür sonra öndeki ıstakozun ensesine şaak diye bi tane yapıştırır:
-"Ula yengeç Hasan burda mıydun sen, ben de seni arayrum."
Istakoz hışımla arkasını döner:
-"Ne yengeci kardeşim ıstakozum ben."
Cemil bozuntuya vermez:
-"Aaaa pardon karanlıkta yengeç sandum."
Faruk kabuğundan 5 inci çıkartır Cemil'e verir. Ama Faruk iyice gaza gelmiştir.
-"Cemil bi tane daha vur. Bu sefer 10 inci vericem."
Cemil yine öndeki ıstakozun enseye iyice gerdiği kıskacıyla bi tane patlatır.
-"Yeme lan benu be Yengeç Hasan. Sensun işte!"
Istakoz tam dönmek üzereyken durur iyice sinirlenmiş, sıcak suya atılmış gibi kızarmıştır.
-"LAN BEN YENGEÇ DEĞİLİM ISTAKOZUM Bİ DAHA ENSEME VURANIN KABUĞUNU İKİYE KATLARIM!"
Ya Rab! sabır der gibi kalkıp bir kaç koltuk öne geçer.
Faruk artık filmi falan unutmuştur, gözü hep parlayan ıstakozun kafasındadır.
Gösterip Cemil'e fısıldar.
-"Bak Cemil oraya geçti bi tane daha vur kabuğumdaki tüm inciler senin."
Cemil derin bi nefes alır yan yan yürüyüp yavaşça yaklaşır.
ŞAAAK! Tokadı çakar:
-"Ula Yengeç Hasan sen burda mıydun ya? Ben de yarım saattur arkadaki ıstakozu sen sanıp ensesine vurayrum"
Film başlamadan önce viskisini popcornunu alıp yerine geçer.
Tam film başlayacakken, önüne koca bir ıstakoz oturur. Ama öyle böyle değil.
Kafası parlatılmış gibi, filmden ışık vurdukça yansıyor.
Faruk’un gözleri kamaşır, bir türlü filme odaklanamaz.
Kendi kendine söylenir:
-"Ulan şunun ensesine bi tane şaklatayım ama koca ıstakoz... Bi kalkarsa kabuklarımı söker valla"
O sırada yan koltuğa yan yan yürüyerek Yengeç Cemil oturur. Yengeç Cemil eski delikanlılardandır yan yürür ama düz vurur.
Faruk dönüp Cemil’e fısıldar:
-"Cemil şu önümüzdeki ıstakozun ensesine bi tane yapıştır sana 5 inci vericem."
Cemil biraz düşünür sonra öndeki ıstakozun ensesine şaak diye bi tane yapıştırır:
-"Ula yengeç Hasan burda mıydun sen, ben de seni arayrum."
Istakoz hışımla arkasını döner:
-"Ne yengeci kardeşim ıstakozum ben."
Cemil bozuntuya vermez:
-"Aaaa pardon karanlıkta yengeç sandum."
Faruk kabuğundan 5 inci çıkartır Cemil'e verir. Ama Faruk iyice gaza gelmiştir.
-"Cemil bi tane daha vur. Bu sefer 10 inci vericem."
Cemil yine öndeki ıstakozun enseye iyice gerdiği kıskacıyla bi tane patlatır.
-"Yeme lan benu be Yengeç Hasan. Sensun işte!"
Istakoz tam dönmek üzereyken durur iyice sinirlenmiş, sıcak suya atılmış gibi kızarmıştır.
-"LAN BEN YENGEÇ DEĞİLİM ISTAKOZUM Bİ DAHA ENSEME VURANIN KABUĞUNU İKİYE KATLARIM!"
Ya Rab! sabır der gibi kalkıp bir kaç koltuk öne geçer.
Faruk artık filmi falan unutmuştur, gözü hep parlayan ıstakozun kafasındadır.
Gösterip Cemil'e fısıldar.
-"Bak Cemil oraya geçti bi tane daha vur kabuğumdaki tüm inciler senin."
Cemil derin bi nefes alır yan yan yürüyüp yavaşça yaklaşır.
ŞAAAK! Tokadı çakar:
-"Ula Yengeç Hasan sen burda mıydun ya? Ben de yarım saattur arkadaki ıstakozu sen sanıp ensesine vurayrum"
Bu mesaja teşekkür edenler (4 kişi): mirai, prenses serenity, Pyskhe, SanJi
@hibertansiyar
Birkaç senede bir 'Deniz fenerinde çalışmak nasıl olurdu?' düşüncesi aklıma gelip durur. Bunu hikayeleştirmiş olman beni memnun etti.
Çekmecedeki mercan için eski dostu Canatan özel bir mercan dediği halde, bizim fenerci mercanı denize fırlattı, buna üzüldüm. Ama belki de özel bir mercan değildi, sadece mercan şeklinde bir radyoydu. Mercanın saçaklarını hayatın parçalarına, yaşanmışlıklara benzetmen hoşuma gitti. Fenercinin bu mercanı fırlatırken belki de eski hayatıyla ilgili hiçbir şey hatırlamak istemeyip fenerin içinde yalnız başına yok olmak istediğini düşündüm. Kasvetli ve hoş bir hikayeydi, ellerine sağlık
@mirai
Hikayemi beğendiğine sevindim
Erzurumla ilgili daha ciddi düşünmene sebep olduğum için de
Deniz tasvirimi yazarken ben de çok keyif almıştım, okuyanlardan birinin böyle bir geri bildirimde bulunması beni pek mutlu etti.
Hikayeni çok beğendim. İnsan en iyi kendini, kendinden olanları yazabiliyor. Sen bunu çok iyi başarmışsın. Seni az çok tanıdığım için gerçekten hikayedeki karakterin sen olduğu hissi bana net bir biçimde ulaştı. Sadece viski içmediğin için değil, genel olarak söylüyorum
Benim için Erzurum'un yeri sayende çok başka bir yerde artık. Valla gelip göresim geldi.
Betimlemelerini çok beğendim, özellikle mercanları anlattığın paragrafı. Ellerine sağlık
@Mihawk
Müthiş bir uyarlama olmuş tebrik ederim. Bu fıkranın içinde İstiridye Faruk, Yengeç Cemil ve ıstakoz gibi karakterleri görmek ve üstüne bunların Neşeli Ayaklar: Son Dans'a gittiklerini görmek beni ziyadesiyle keyiflendirdi. Ellerine sağlık
Birkaç senede bir 'Deniz fenerinde çalışmak nasıl olurdu?' düşüncesi aklıma gelip durur. Bunu hikayeleştirmiş olman beni memnun etti.
Çekmecedeki mercan için eski dostu Canatan özel bir mercan dediği halde, bizim fenerci mercanı denize fırlattı, buna üzüldüm. Ama belki de özel bir mercan değildi, sadece mercan şeklinde bir radyoydu. Mercanın saçaklarını hayatın parçalarına, yaşanmışlıklara benzetmen hoşuma gitti. Fenercinin bu mercanı fırlatırken belki de eski hayatıyla ilgili hiçbir şey hatırlamak istemeyip fenerin içinde yalnız başına yok olmak istediğini düşündüm. Kasvetli ve hoş bir hikayeydi, ellerine sağlık

@mirai
Hikayemi beğendiğine sevindim



Hikayeni çok beğendim. İnsan en iyi kendini, kendinden olanları yazabiliyor. Sen bunu çok iyi başarmışsın. Seni az çok tanıdığım için gerçekten hikayedeki karakterin sen olduğu hissi bana net bir biçimde ulaştı. Sadece viski içmediğin için değil, genel olarak söylüyorum

Betimlemelerini çok beğendim, özellikle mercanları anlattığın paragrafı. Ellerine sağlık

@Mihawk
Müthiş bir uyarlama olmuş tebrik ederim. Bu fıkranın içinde İstiridye Faruk, Yengeç Cemil ve ıstakoz gibi karakterleri görmek ve üstüne bunların Neşeli Ayaklar: Son Dans'a gittiklerini görmek beni ziyadesiyle keyiflendirdi. Ellerine sağlık

Bu mesaja teşekkür edenler (2 kişi): mirai, prenses serenity
Son Dakika!!!
- Heyy, beni bekle! Heyy!
Hahahha ya insan kendi haline güler mi demek istemiyorum her defasında, ama yine geç kalmayı nasıl başardığıma hayret etmeden duramıyorum ve tabii gülmeden de… Offf ne yapsam bilemedim de feribota giden son otobüs ve ne yazık ki başka araç da yok. Kesinlikle harikayım bu konuda. Kesinlikle, kesinlikle… Ayhh aynı şeyleri tekrarlıyorum kafam çorba oldu. Şimdi ilk önce oturalım ve ne yapabileceğime bakayım.
Telefon, telefon neredeydi, ha koca sırt çantamın en uzak köşesinde. Harika! Çok da severek kullandığımı nasıl belli ediyorum kendisine. Neyse ya belki kendisi beni unutmamıştır, onu unuttuğum gibi umarım ve evet! Çok şükür ki şarjı sıfırın altında. Harika bir insanın malı da kendine benzermiş. Yani tam bir mal olduğumun benzetmesini düşünmek bile tuhaf…
Biraz su içelim ve evet daha iyiyim demek isterdim, hiçbir fark yok kesinlikle. Güneşin batışını buradan izlemek ayrı güzelmiş, ancak bu tepeden inip insanların içine karışsam daha iyi olacak daha da karanlık bastırmadan sanırım. Hayır, niye otobüse binmek yerine tepelerde kuş, tavşan, börtü böcek ve arada kelebek peşine düştüysem. Bir de at mı görmüştüm ne. Geyik de olabilir bak. Mümkündür bir daha gelirsem Van Gölü canavarına benzer ya da ne bileyim uzaylı gibi şeyler de görebilme şansım çıkar kim bilir bu uçuk kafayla mümkündür. Bu kadar ıssız bir yerde ne kadar hayvan görmeyi düşünüyorsam ben de…
Çok şükür yuvarlanmadan, bir yerlere takılıp düşmeden, ha bir de çalılardan geçerken bir yeri çizip kanatmamam oldukça iyi oldu. Tabii sonuca ulaşmadan bunları erken söylemem biraz kötü ama olsun, düz yola çıktığıma göre buradan sonra pek de bir şey olma ihtimali yok tabii şuradaki su birikintisi gözüme az da olsa takılmadı değil. Havanın güzel olması dışında sorun yok, kim döktüyse bu suyu artık, ya ne kadar da birikmiş. Lütfen kimse geçmesin, lütfen.
- Şokırt… Şıpırt… Hırştt…
Ooo harika! İnanılmaz hahhaha. Açık renk giyinmemem bugünün en şanslı yanı sanırım. Üstüm pislendi, ama hiç yoktan görüntü o kadar kötü değil, tabii içimdeki pislenmiş duygusu dışında. Şoföre hiçbir lafım yok ben de olsam o birikintiyi görmezdim, ancak ne kadar az da olsa sağ olsun paçalarım bir güzel yıkandı.
Işıklar, evet ışıklar. Ah dur bir dakika festival alanına gider diyor. Güzel biraz eğlence iyi gider. Şu yolu takip edelim ve biraz daha, işte Mercan Plajı ve ışıl ışıl her taraf. Harika! Şu ortama bak insanlar mutlulukla dans ediyor. O da ne ışıklar söndü ve etrafta inanılmaz bir sessizlik var. Ve işte o mükemmel an gökyüzünün uçsuz bucaksızlığı. Şu an o kadar mutluyum ki geçmişe dönüp mutlu bir anını anlat deseler o anlardan biri mutlaka bu an olur.
Ahhh! Fenerler, ışıl ışıl fenerler. Herkesin dileklerini havaya ve denize bıraktığı o fenerler. Bir dilek dilesem fena olmazdı aslında. Aslına bakarsam dileyecek bir şeyim de yok sanırım. En iyisi ortama ayak uydurup birkaç arkadaş edinmek, ah işte birisi bana içecek getiriyor, umarım güzel bir içecektir. Uzaktaki arkadaş gurubu da oldukça cana yakın görünüyor, güzel onunla birlikte onlara katılırım artık.
- Merhaba, anlaşılan otobüsü kaçırdınız. Nadiren de olsa olur böyle şeyler. Gelin bize katılın.
- Hahaha desene o şanslılardan biri de benim. İçecek nedir peki?
- Ah, Viski…
- Harika, yeni yerler, yeni insanlar ve yeni tatlar. Deneyelim bakalım. Şerefe dostlar…
- Heyy, beni bekle! Heyy!
Hahahha ya insan kendi haline güler mi demek istemiyorum her defasında, ama yine geç kalmayı nasıl başardığıma hayret etmeden duramıyorum ve tabii gülmeden de… Offf ne yapsam bilemedim de feribota giden son otobüs ve ne yazık ki başka araç da yok. Kesinlikle harikayım bu konuda. Kesinlikle, kesinlikle… Ayhh aynı şeyleri tekrarlıyorum kafam çorba oldu. Şimdi ilk önce oturalım ve ne yapabileceğime bakayım.
Telefon, telefon neredeydi, ha koca sırt çantamın en uzak köşesinde. Harika! Çok da severek kullandığımı nasıl belli ediyorum kendisine. Neyse ya belki kendisi beni unutmamıştır, onu unuttuğum gibi umarım ve evet! Çok şükür ki şarjı sıfırın altında. Harika bir insanın malı da kendine benzermiş. Yani tam bir mal olduğumun benzetmesini düşünmek bile tuhaf…
Biraz su içelim ve evet daha iyiyim demek isterdim, hiçbir fark yok kesinlikle. Güneşin batışını buradan izlemek ayrı güzelmiş, ancak bu tepeden inip insanların içine karışsam daha iyi olacak daha da karanlık bastırmadan sanırım. Hayır, niye otobüse binmek yerine tepelerde kuş, tavşan, börtü böcek ve arada kelebek peşine düştüysem. Bir de at mı görmüştüm ne. Geyik de olabilir bak. Mümkündür bir daha gelirsem Van Gölü canavarına benzer ya da ne bileyim uzaylı gibi şeyler de görebilme şansım çıkar kim bilir bu uçuk kafayla mümkündür. Bu kadar ıssız bir yerde ne kadar hayvan görmeyi düşünüyorsam ben de…
Çok şükür yuvarlanmadan, bir yerlere takılıp düşmeden, ha bir de çalılardan geçerken bir yeri çizip kanatmamam oldukça iyi oldu. Tabii sonuca ulaşmadan bunları erken söylemem biraz kötü ama olsun, düz yola çıktığıma göre buradan sonra pek de bir şey olma ihtimali yok tabii şuradaki su birikintisi gözüme az da olsa takılmadı değil. Havanın güzel olması dışında sorun yok, kim döktüyse bu suyu artık, ya ne kadar da birikmiş. Lütfen kimse geçmesin, lütfen.
- Şokırt… Şıpırt… Hırştt…
Ooo harika! İnanılmaz hahhaha. Açık renk giyinmemem bugünün en şanslı yanı sanırım. Üstüm pislendi, ama hiç yoktan görüntü o kadar kötü değil, tabii içimdeki pislenmiş duygusu dışında. Şoföre hiçbir lafım yok ben de olsam o birikintiyi görmezdim, ancak ne kadar az da olsa sağ olsun paçalarım bir güzel yıkandı.
Işıklar, evet ışıklar. Ah dur bir dakika festival alanına gider diyor. Güzel biraz eğlence iyi gider. Şu yolu takip edelim ve biraz daha, işte Mercan Plajı ve ışıl ışıl her taraf. Harika! Şu ortama bak insanlar mutlulukla dans ediyor. O da ne ışıklar söndü ve etrafta inanılmaz bir sessizlik var. Ve işte o mükemmel an gökyüzünün uçsuz bucaksızlığı. Şu an o kadar mutluyum ki geçmişe dönüp mutlu bir anını anlat deseler o anlardan biri mutlaka bu an olur.
Ahhh! Fenerler, ışıl ışıl fenerler. Herkesin dileklerini havaya ve denize bıraktığı o fenerler. Bir dilek dilesem fena olmazdı aslında. Aslına bakarsam dileyecek bir şeyim de yok sanırım. En iyisi ortama ayak uydurup birkaç arkadaş edinmek, ah işte birisi bana içecek getiriyor, umarım güzel bir içecektir. Uzaktaki arkadaş gurubu da oldukça cana yakın görünüyor, güzel onunla birlikte onlara katılırım artık.
- Merhaba, anlaşılan otobüsü kaçırdınız. Nadiren de olsa olur böyle şeyler. Gelin bize katılın.
- Hahaha desene o şanslılardan biri de benim. İçecek nedir peki?
- Ah, Viski…
- Harika, yeni yerler, yeni insanlar ve yeni tatlar. Deneyelim bakalım. Şerefe dostlar…

Bu mesaja teşekkür edenler (2 kişi): mirai, SanJi
@sere
Yine bir otobüse yetişme telaşı, buluştuğumuz zaman da gelişini planlaman ve otobüse yetişmen olay olmuştu
Ana karakterimizin doğanın peşine düşüp hem kendini, hem telefonunu, hem otobüsü unutması çok tatlı geldi. Festivale denk gelmesini sevdim. Dilek dilenecek bir ortam varken 'dileyecek hiçbir şeyim yok' demesi karakterimizin ya her şeye sahip olduğunu ya da tok gözlü olduğunu anlatıyor. İki durum da bana çok ilginç geldi, sevdim. Lakin yine de farkında olmadan dileğini dilemiş olabilir, çünkü hemen arkadaşlar ayağına geldi
Hikaye biterken viski nerede acaba kullanmamış mı diye düşünüyordum ki son kısma yetişti
Seni bozar viski sere, bence deneme
Ellerine sağlık
Yine bir otobüse yetişme telaşı, buluştuğumuz zaman da gelişini planlaman ve otobüse yetişmen olay olmuştu

Ana karakterimizin doğanın peşine düşüp hem kendini, hem telefonunu, hem otobüsü unutması çok tatlı geldi. Festivale denk gelmesini sevdim. Dilek dilenecek bir ortam varken 'dileyecek hiçbir şeyim yok' demesi karakterimizin ya her şeye sahip olduğunu ya da tok gözlü olduğunu anlatıyor. İki durum da bana çok ilginç geldi, sevdim. Lakin yine de farkında olmadan dileğini dilemiş olabilir, çünkü hemen arkadaşlar ayağına geldi

Hikaye biterken viski nerede acaba kullanmamış mı diye düşünüyordum ki son kısma yetişti


Ellerine sağlık

Bu mesaja teşekkür edenler (1 kişi): prenses serenity
@SanJi Ahh çok teşekkür ederim
Viski detayı da ayrı güldürdü beni
Erzurum’u bu kadar hissettirebildiysem ne mutlu bana. Gerçekten yolun düşerse (düşmese de
) bir gün bekliyorum. Erzurum’u bir de sizlerin gözünden görmeyi çok isterim.
@Mihawk Gülmekten gözümden yaş geldi. Bu fıkrayı bilmiyordum, uyarlama olarak da oldukça başarılı olmuş. Kelimeleri kullanışın da oldukça yaratıcı geldi. “yan yürür ama düz vurur” kısmında koptum
@prenses serenity Karakterin hep hafif telaşlı, geç kalmaya meyilli halleri ama sonunda mutlaka yolunu bulması çok hoşuma gitti. Tüm aksiliklerin içinde telaşla koştururken bile güneşin batışını fark etmesi, karakter için küçük anların ne kadar kıymetli olduğunu gösteriyor bence
Fenerlerin gökyüzüne bırakıldığı sahneyi mutlulukla anlatman da, kalabalığın içinde bile kendine özel bir an yakalama isteğini hissettirdi bana. Karakter yalnızlığı da taşıyor ama aynı zamanda yeni insanlara ve yeni dostluklara da açık gibi. Sonunda “şerefe dostlar” diyerek bitirmen ise umudun aslında hiç kaybolmadığını gösteriyor. Aksiliklerle başlayıp ışığa ve yeni başlangıçlara uzanan bu yolculuğu okumak çok keyifliydi
hikayenin ismi de çok iyi olmuş bu arda 



@Mihawk Gülmekten gözümden yaş geldi. Bu fıkrayı bilmiyordum, uyarlama olarak da oldukça başarılı olmuş. Kelimeleri kullanışın da oldukça yaratıcı geldi. “yan yürür ama düz vurur” kısmında koptum

@prenses serenity Karakterin hep hafif telaşlı, geç kalmaya meyilli halleri ama sonunda mutlaka yolunu bulması çok hoşuma gitti. Tüm aksiliklerin içinde telaşla koştururken bile güneşin batışını fark etmesi, karakter için küçük anların ne kadar kıymetli olduğunu gösteriyor bence



[center]
[center]

Bu mesaja teşekkür edenler (1 kişi): prenses serenity
2. sayfa (Toplam 2 sayfa) [ 19 mesaj ] |
Bu forumda yeni başlıklar açamazsınız Bu forumdaki başlıklara cevap veremezsiniz Bu forumdaki mesajlarınızı değiştiremezsiniz Bu forumdaki mesajlarınızı silemezsiniz Bu forumdaki anketlerde oy kullanamazsınız |