Sokakların Tanrısı - Mello
Anime Manga Forum -> Fan Fiction
 
Yazar
Mesaj
anastasiadragon1
Yeni Otaku
Yeni Otaku



Yaş: 26
Kayıt: 30 Mar 2013
Mesajlar: 4
Favori Anime & Manga: anime : death note,, pokemon manga : death note
Cinsiyet: Kız
Teşekkür: 1

Durumu: Çevrimdışı

anastasiadragon1
Yeni Otaku
Sokakların Tanrısı - Mello Konu: Sokakların Tanrısı - Mello
Alıntıyla Cevap Gönder
İlk iki bölüm burada. yaru yarıya AU sayılabilir, hikayede L Mello'nun ağabeyi çünkü. OC ve OOC, spoiler içerir. Halle/Mello ve Mello/OC.
NOT: ilk bölümü ben beğenmedim şahsen, takdir size kalmış..
İyi okumalar
SOKAKLARIN TANRISI: BÖLÜM 1
TANRI
(2007)

“L olma görevini Near üstlensin,” diyorum abartılı bir sıcakkanlılık ve gülümsemeyle. Near hala bana bakmamakta diretiyor. Ya da diretmiyor. Near bunu hep yapıyor zaten. “O bu işi benim aksime, kendi duygularını karıştırmadan yürütebilir.”
Aslında başım feci halde dönüyor ve bayılacakmış gibi hissediyorum.
Roger, söylediklerime inanamıyormuş gibi gözlerini büyütürken, Near sanki beni duymamış gibi üzerinde beyazdan başka bir renk olmayan yapbozunu yapmaya devam ediyor, bu her zamanki gibi sinirlerimi yerinden oynatıyor ama sesimi çıkarmıyorum.
Near’ın beyaz saçlarına bir bakış daha atıyorum ve sonra tekrardan Roger’a dikiyorum mavi gözlerimi. Terlediği her halinden belli, kravatını gevşetiyor.” Mello-“
“Neredeyse 15’ime bastım zaten. Yetimhaneden ayrılıyorum.” Dedikten sonra bir saniye bile beklemeden arkamı dönüyorum, Roger’ın nefesini tutuşundan sonra Near 2 dakikadan az süre içinde bitirdiği yapbozunu kahverengi, yumuşak halıya döküyor…
Odanın kapısından çıkışımdan itibaren yüzümdeki gülümseme siliniyor ve doğruca odama ilerliyorum. Çocuklar beni futbol oynamaya çağırıyorken onları duymazdan geliyorum, seslerinden o denli rahatsız oluyorum ki kulaklarımı tıkamak zorunda kalıyorum.
Matt, iki kişi olarak kullandığımız odada, PSP oynuyor, yine.
Sinirden ellerim titrerken komedinde duran çikolatayı elime alıp folyosunu yırtıyorum, daha sonra o komedini tekmelerken Matt nihayet kızıl kafasını oyundan kaldırarak bana bakıyor. Gözlerini göremiyorum çünkü yine o aptal gözlüklerini takmış.
Aptal Matt, aptal Near, aptal, aptal aptal. Aptal L ve aptal Kira.
Boğazımdan bir hırıldama kaçıyor ve hemen dolabımı açıp, siyah renkli sırt çantamı alıyorum. Biraz büyük olması işime yarayacakmış gibi gözüküyor, Matt’ın bakışları altında çantaya birkaç parça kıyafet tıkıyorum hızla.
“Ne yapıyorsun?” diye soruyor Matt, şaşkınca. Bu soruyu yanıtlamamayı seçiyorum, o sırada dolabımı karıştırmaya devam ediyorum. Elime bir gömlekle beraber zinciri olan bir şey geliyor, çekip ışığa çıkartıyorum ve ne olduğunu anlayınca dudaklarımdan sadece “Tanrı,” kelimesi dökülüyor.
Kalın, gümüş zinciri olan bir haç kolyesi bu. Bende olduğunu unutmuş olduğum bir şey. Annemin bana bıraktığı, bana uzun zamandır onu hatırlatmayan ama şu an, parmaklarımda olduğu her saniye kalbimin paramparça olmasını sağlayan, tek şey.
Benden annemi, babamı ve L’yu, yani ağabeyimi alan tanrının lanet olasıca simgesini elimde tutuyorum, ellerim titremeye başlıyor, daha fazla. Aklıma L geliyor, annem geliyor, kan geliyor, babamın cesedi geliyor. Onları hatırlamamak istiyorum, aklımdan bir kez daha silmek, anılarını içimde ufaltıp yok etmek istiyorum.
Başaramıyorum.
En kötü anılarım, beni oturup saatlerce hiç ara vermeden bir kız gibi ağlatan cümleler aklıma geliyor.
“Baba!”
“L! Ambulansı çağırsana! Anne. Lütfen dayan!”
“Mi-Mihael... L’yu yanıma getir. Ambu-Ambulansı aramanıza gerek yok.”
“Tanrı’nın var-varlığını asla unutmayın. O si-sizi her daim koruyacaktır. Ona sırtınızı dön-dönmeyin.”
“L! Hızlı ol, seni geri zekâlı! Çabuk ol!”
“Kardeşini koru L...”
Kafamı salladıktan sonra anılarımın yeniden beynime dolmak için mücadele ettiğini hissediyorum, ama bu sefer buna izin vermeyeceğim. Annemin son cümlelerini yeniden unutmak için elimden geleni yapacağım. Beni bunca yıl kandıran cümleleri unutacağım. Ben, tanrıyı unutacağım.
Elimdeki haça bakıyorum yeniden ve gülüyorum. Onu hızla Matt’in bilgisayarına fırlatmam, Matt’in bir küfür savurması ve yerinden fırlayıp değerli bilgisayarına koşması sadece saniyeler alıyor.
“Seni geberteceğim, Mello.”diye hırlıyor Matt ve bilgisayarının kırılmış camlarına bakıyor, gözlükleri hala eski yerinde. O kahverengi gözlerini bir daha göremeyecek olmam bana az da olsa hüzün veriyor, yine de çekmecemi açıp 15 paket kadar çikolatayı çantamın ön gözüne dolduruyorum.
“Odadan çık, Matt.” Konuşurken kendimi sakin tutmaya çalışıyorum. Aksi halde, olağan dışı davranışlarımdan şüphelenip beni sorguya çekmeye kalkar ve bu da şu an hiç hoşuma gitmez. Ayrıca onu odadan çıkartmalıyım, çünkü odanın camını ben kullanacağım. Ve bunu yapmazsam Matt, beni durdurmaya çalışabilir.
“Neden? Bunu yapmayacağım. Bilgisayarıma haç kolyeni attın. Neyin var senin? ”
“Odadan çık, dedim. Matt. Sadece odadan çık. Beni uğraştırma.”
Folyosunu yırttığım çikolatadan bir ısırık alıyorum, Matt’in çıkmasını beklerken birkaç saniye geçiyor. Matt odadan çıkmıyor. Sadece bana bakıyor, bakıyor ve bakıyor.
Gözlüklerini indirince yeşil gözlerini görebiliyorum, nihayet.
“Ama neden? Camdan atlayıp gitmene izin mi vereyim?”Yeşil renk gözlerini benimkilere sabitliyor. “Roger sana ne dedi?”
Hızla dolaptaki askıdan ceketimi aldıktan sonra siyah kısa kollu tişörtümün üzerine geçiriyorum ve giyecek bir çorap aramaya başlıyorum. Aslında sadece Matt’in gözlerinden kaçmaya çalışıyorum.
Elime çizgili bir çorap geliyor. Çizgili, yani %100 Matt’e ait.
Sesimi çıkarmadan bulduğum çorapları giyiyorum ki ellerim hala titrediğinden bu oldukça zor oluyor. Elimi çabuk tutmam gerektiğinin de farkındayım, Matt’e daha fazla şey söylemek istemiyorum.
“Mello, dur.”Matt omuzlarımdan tutuyor, başımı öne eğiyorum ve sarı saçlarım yüzüme düşüyor, burnumu kaşındırıyor. Onları çekmeye çalışmıyorum.
“ L öldü.”Sesim de en az ellerim kadar titriyor, yüzümü Matt’e dönüyorum. Yeşil gözleri hala üzerimde, hala beni okumaya çalışıyor. Kızıl saçları, taktığı gözlüğün lastiği yüzünden karışık.
Gözlerimin dolduğunu hissedebiliyorum, boğazım düğümleniyor sanki yeniden konuşmakta zorluk çekeceğimi çok iyi biliyorum. “L… Matt, L öldü.”
Nefesini tutuyor. Evet, Matt, L’nun benim için ne gibi bir anlam taşıdığını az çok biliyor. Ama L’nun benim ağabeyim olduğunu bilen tek kişi –bu yetimhanedeki- benim. Belki Near kan bağımız olduğunu biliyordur, ya da bilmiyordur, o tipten her şey beklenebilir çünkü. Sırf bunu çözmek için bizi günlerce, hatta haftalarca izlemiş olabilir.
“L… Kira mı yapmış peki?”
“Roger, Kira’nın yaptığını söyledi.”
“Ama-“
“Kira’yı bulup, onu kendi ellerimle öldüreceğim, Matt. “ Yumruklarımı sıkmadan önce, ellerime bakıyorum. “Ne pahasına olursa olsun, onu Near’dan önce yakalayacağım ve öldüreceğim.”
Tam ağzını açacakken, onu durduruyorum. “Ve sen de bana engel olmayacaksın.”
“Yetimhaneden ayrıldığında ne yapacaksın, Mello? Daha 18’inde değilsin. Dışarı çıkacak olursan büyük ihtimalle ya açlıktan ölürsün, ya da soğuktan donarsın. “ Ellerini omuzlarımdan çektikten sonra bana arkasını dönüyor, gözlüklerini yeniden taktığını görebiliyorum, arkasını dönük olsa da.“Seni de kaybetmek istemiyorum… Anlamıyor musun?”
Birkaç dakika önce çikolataları çıkardığım çekmeceyi açıyorum ve küçük bir kutunun içindeki bütün paraları elime alıyorum.
Aramızdaki kardeşlik yeminini es geçiyorum, ben de özleyeceğim, ben de kaybetmek istemiyorum ve ben de acı çekiyorum. Anlamalısın, Matt.
“Param var. Yeterince iyi ve düzenli kullanırsam-“ Bana dönüyor ve elimdeki paraları tartar gibi bakıyor bir süre.
“Seni bir ya da iki ay idare edebilir. Ya sonra?”
“Bir yolunu bulacağım, Matt,” diyorum üzerine basa basa. “Beni tanıyorsun. Bana güvenmen gerekir.”
Dolabın yanında duran siyah-beyaz spor ayakkabılara uzanıp yere çöküyorum, Matt ise sinirli, konuşmaya devam ediyor. “Dışarıdaki dünyayı bilmiyorsun ve herkesi kendin gibi sanıyorsun. Bir süre sonra çikolata da alamayacaksın ve sinir krizlerine gireceksin.”Duruyor ve kızıl kaküllerinin altından suratıma bakıyor.
“Bunu söylemek beni üzüyor ama Mello, sen 15 yaşında bile değilsin, ayrıca zayıf birisin ve hayır, sana güvenmiyorum. Kendini öldüreceksin. Gitmeni istemiyorum.”
Bu sözleri karşısında elimdeki ayakkabılar yere düşüyor, gözlerim ağrıyacak kadar büyüyor ve bakışlarımı Matt’e kaldırıyorum yeniden. Gerçekten dışarıda birkaç ay dayanamayacak kadar zayıf biri olarak mı görüyor beni?
Yoksa ben mi bu izlenimi veriyorum?
Parmağımı Matt’e doğrultuyorum ve birkaç kez sinirle sallıyorum. Gözüm açık pencereye kayıyor. Hava az önce güneşliydi, şimdi ise yağmur çiseliyor. “O gün geldiğinde,” diyorum. “Kira’yı öldürdüğümde, göreceksin.”
Yüz ifadesini merak etsem de, suratına bakmadan düşürdüğüm ayakkabıları alıp ayağıma geçiriyorum, tek harekette doğruluyorum ve çantamı omzuma atıyorum.
“Gerçekten… Gerçekten gidiyor musun Mello?”
“Gerçekten gidiyorum, Matt,”diyorum yüzüne bakmadan, Near’ı taklit eden duygusuz bir sesle. Sonrasında Matt’ı geçerek hala açık olan pencereye ilerliyorum. “Tanrı seni korusun.”
Son kez arkama dönüp bakmak, belki de geri dönmek istiyorum ama mantığım bana bunu asla yapmamamı söylüyor. Yere çok yakın olan camdan tek harekette aşağıya atlarken gitmemem için yalvaran tek dostumu ve şu an büyük ihtimalle puzzle yapmanın derdine düşmüş tek rakibimi geride bırakırken, yeniden L'yu hatırlıyorum.
Ve oyun başlıyor.











SOKAKLARIN TANRISI: BÖLÜM İKİ
ARKA SOKAKLAR
(2007)

Çantamdan sanırım 7. Paket çikolatayı çıkarıyordum.
Sıkıntılı olduğumda, nedendir bilmem çikolataları hemencecik bitiriverirdim. Bu da o anlardan biriydi işte, çikolatanın folyosunu yırtıp yere attığımda bana ayıplarmış gibi bakan yaşlı kadını görmezden geldim.
Evet, 3. saatimdi. Ve doğru, tam 3 saattir sokaklarda boş boş, hiçbir şey yapmadan, yapamadan geziyordum. Bu canımı sıkıyordu sıkmasına, bir jest çekip yetimhaneden çıkmış ve özgürlüğümü dile getirmiştim. Geri gidemezdim, gitmek istemiyordum da zaten, ama yalnız başına ve ne yapacağını bilmeden sadece düşünüp durmak, beynimi yormak can çok sıkıcıydı.
Çikolatamdan ısırdım ve burnuma düşen yağmur damlasıyla başımı havaya kaldırıp baktım. Harika, yağmur yağıyordu.
“ScheiB1.”
Ceketimin başlığıyla sarı saçlarımı örterken adımlarımı hızlandırdım. Bir yürüyüş parkında yürüyordum, su manzarasının beni rahatlatacağını ummuştum. Nitekim yanılmışım.
Sanırsam cumartesi günüydü ve topunu alan Themsa Çayı’na gelmişti, ama nedense kimse çiselemekte olan yağmurdan rahatsız oluyormuş gibi görünmüyordu. Aksine çoğunun suratlarında bir gülümseme vardı ve banklara oturmuş mavi su kütlesine düşen yağmur damlalarını seyrediyorlardı.
Yapacak bir şeyim yoktu, değil mi?
Gidip boş bir banka oturdum ve gözlerimle aynı renk olan suyun yağmur damlalarıyla göz göz oluşunu ve tekrar düzelişini seyretmeye başladım. Rahatlatıcı mıydı? Hayır. Umrumda mıydı? Yine hayır.
Gözlerimden bir yaş dudaklarıma düştü ve kollarımı dizlerime dayayıp başımı ellerime yükledim. Matt’i bırakmıştım, bütün hatıraları bırakmıştım, geride L’yu bırakmıştım. Ne yapacaktım ben? İçine düştüğüm dipsiz kuyudan nasıl çıkacaktım? Bir planım yoktu. Bana yol gösterecek tek biri bile yoktu. Beni koruyacak Tanrı da yoktu.
Tamamen tek başınaydım, Matt’in söylediği gibi güçsüz, zayıf ve yalnız.
Çikolatam bankta üzerine düşen yağmur taneleriyle ıslanırken umursamadım, sadece kendi nefes alış verişlerimi dinledim. Ve yağmurun sesini. Yağmurun sesini…
Saat 6 olduğunda saat kulesi çaldı ve şehirde çanlar ötmeye başladı.
Londra bile benimle alay ediyordu.
Çikolatamı alarak sinirle ayağa kalktım ve sırtımdaki çantamı düzelterek yürümeye başladım.
1*Almancada “lanet olsun.”
Duyunca çanların sesini…
Kapüşonun başımdan kayıp ben düzeltmezken önümden bir bisikletli geçti ama az daha bana çarpıyordu. Sorun onun bisikletin zilini çalmaması değil, benim zilin sesini duymamamdı.
Hatırlarım seni…
Çikolatamdan bir ısırık alırken yüzümü çaya çevirdim. Göz göz olup düzelmeye devam ediyordu ve üzerine düşen yağmur taneleri şıp şıp sesler çıkarıyordu.
Hayır, yağmur yağmıyordu. Gökyüzü ağlıyordu sadece.
Yürüdükçe bu şehrin sokaklarında…
Ağlamak istemiyordum ama gözlerim ağrımaya başlamıştı. Beni kimsenin göremeyeceğini düşünerek damlaların gözlerimden akıp yere düşmesine izin verdim. Gökyüzünün gözyaşları benimkileri gizleyecek ve ben yoluma devam edecektim.
Gözyaşımı kaleme veririm yağmur adına.
Ve hatırlarım yağmuru ne kadar sevdiğini.
Yolumu arka sokaklara çevirdim ve başımı sağa sola salladım. Hayır, hayat beni yenemeyecekti bu sefer.
Duyunca çanların sesini.
***
İlk üç günüm banklarda yatarak geçti. Yukarıdaki bana acımıştı herhalde, buna hayret ettim, geceleri yağmur yağmamıştı.
4. günün sonunda banktan, bankın ona ait olduğunu söyleyen bir dilenci tarafından kovuldum.
5 ve 6. günlerde arka sokakların kuytu köşelerinde uyudum.
***
7. günümdü. Tam bir hafta geçmiş ve çantamdaki çikolata stoku suyunu çekmişti. Bir markete girip yenilerini almalıydım, hem de hemen.
Saatin kaç olduğunu bilmiyordum ama hava oldukça karanlıktı. Ağrıyan belim doğrulurken küt diye bir ses çıkarttı, boynumu sağa sola oynatarak onun da belimle aynı sesi çıkarmasını sağladım, çantamı omzuma attım.
“Hey Jack, burada bir köpek var sanırım.”
“Köpek mi? Nerede?”
İki tane, biri oldukça iri yarı, diğeri sıska ve uzun boylu adamı görünce korkuyla geriledim. Kendimi koruyacağım hiçbir şeyim yoktu, kas gücüm de bu ikisine karşı işe yaramazdı.
“İşte orada!”
İri yarı adam parmağıyla diğerine beni işaret etti, ikisi de gülerek bana doğru yürümeye başladılar. Nefeslerim hızlandı ve karnıma bir ağrı girdi.
Sonunda ayağa kalkabildim ve var gücümle koşmaya başladım. Kaçtığımı görünce onlar da hızlandı ve bana bağırmaya başladılar, hep birden. “Hey Golden2!” Bir tanesi bana çok yakından geldiğini düşündüğüm bir sesle bağırıyorken kendime arka sokaklarda ne halt ettiğimi sormadan edemedim.
Evet, sanırım yolculuğum birazdan sona erecekti.
Çantamı düşürmemeye çalışarak bir duvarın köşesinden döndüm, bu beni yavaşlattığı gibi onları da yavaşlatmıştı ama aramızdaki mesafe her şeye rağmen giderek kapanmaya başlıyordu.
Hayatımda hiç bu kadar korktuğumu hatırlamıyordum.
Kalabalık bir mekâna adımımı attığım an kurtulacaktım, ama sorun şuydu ki burada kapalı meyhaneler, kerhaneler ve banka oturmuş içki içen insanlardan başka hiçbir şey yoktu.
Ben bu kadar tehlikeli bir yere gelecek kadar salak değildim. Nefesimi hızla alırken beni köşeye sıkıştırdıklarını fark ettim. Beni kendi mekânlarına sürüklemişlerdi.
“Siktir!”
“Hey köpek! Dur. Yakaladık seni.”
Başımı arkaya çevirirken sarı saçlarım yüzümü yıkadı, iri yarı adamın tam arkamda olduğunu gördüm. Ve hızlanmak için başımı çevirdiğimde, sıska ama uzun olan önümde dikiliyordu.
Titremeye başladım ve kaçabileceğim bir yol olup olmadığını merak ettim. Ölmek veya ölesiye dövülmek istemiyordum, ya da paramın alınmasını. Hayır, istemiyordum.
İkisi de ilerleyerek çok yakınıma geldiler. Nefeslerimi düzene sokamıyordum şimdi, önümdeki adam yaklaştıkça geriliyordum, en sonunda arkamdaki adama çarpıp sendeledim.
Başımı çevirip arkamdaki adama baktım. İğrenmeme sahip olan sapsarı dişlerini gösterip bana sırıtırken önümde duran adam tişörtümden yakaladı beni ve sertçe sarstı.
“Bizim köşede ne bok yiyordun sen?” Sesi tiz ve rahatsız ediciydi, ayrıca nefesi lağım çukurundan da beter kokuyordu. Cevap vermek yerime yüzümü buruşturunca saçlarımdan tuttu ve geriye doğru çekti. Arkamdaki adam ise kollarımı yakalamıştı ve kıs kıs güldüğünü duyabiliyordum.
“Ne oldu köpek?” diye tıslamamsı bir ses çıkardı saçlarımdan tutan adam. Canım yanıyordu ve korkuyordum, sadece korkuyordum. “Kuyruğuna mı bastılar?”
2Golden uzun sarı parlak tüylere sahip köpek türü. (Bkz. Golden Retriver.)
Saçlarımı daha sıkı tutup beni aşağıya çekti ve kendimi yerde uzanır halde buldum. Dudaklarımdan belirli belirsiz bir ses kaçarken nasıl kaçabileceğimi ve canımı nasıl kurtarabileceğimi düşünüyordum.
Ah, aklıma gelen tek çıkar yol bütün paramı bu sokak pisliklerine verip beni bırakmaları için yalvarmaktı ki bunun işe yarayacağını hiç mi hiç sanmıyordum.
İri yarı adam dizlerinin üzerinde bana doğru eğilirken korkuyla gözlerimi kapadım.
“Kaç yaşındasın sen, Golden?”
Sessizce mırıldandım. “15…”
Bay sarı diş ciyakladı. “Köpek, seni duyamadım!”
Boğazımdan bir hırıldama kaçtı ve yerimde doğrulmaya çalıştım, bunu yapmaya kalkıştığım an iri yarı adam beni yere itti ve sırtım sertçe zemine çarptı. “15 dedim, salak!”
Bağırışımla birlikte sıska adamın karnıma bir tekme geçirmesi bir oldu. O kadar sert vurmuştu ki bağırsaklarım ağzımdan dışarı çıkacak sandım. Acıyla gözlerimi yumarken dişlerimi farkında olmadan dudaklarıma geçirip kanatırcasına bastırdım.
“15 yaşındasın ha?” diye dalga geçti Mr. Kötü Nefes. “Daha küçük görünüyorsun. 12-13 yaşlarında gibi.” Durdu ve beni birkaç saniye süzdü. “Gerçi boyun uzun…”
Ben acının geçmesi için ellerimi karnıma bastırıyorken sıska olan iriyarı adama döndü ve birkaç kaş göz hareketi yaptı.
Onların ne olduğunu umursamayacak kadar acı çekiyordum.
“Sence buna ne kadar verirler?”
İriyarı homurdanır gibi bir ses çıkardı ve düşündüğünü belli eden bir yüz ifadesi takındı, bense hala dişlerimi dudaklarıma bastırıyordum.
“Boşver. Onu Patron’a götürelim. O bilir ne yapacağımızı.”
“Tamam, ama önce alabildiğimizi alalım. Hey köpek, hiç paran var mı?”
Boğazımı temizledim ve gözlerimi ikisinin üzerinde dolaştırdım. Saçlarımdan sarı bir tutam burnumun üzerine düşmüş ve kaşındırıyordu. “Yok. Olsa buralarda sürünür müydüm sence, düşünsene biraz! “
“Yalan söylüyor, Jack, üzerini arayalım.”
Sıska yine dişlerini göstererek sırıttı. “Ağzımdan aldın.”
Adı Jack olan çantama eğilirken nefesimi tuttum. Evet, paramı çantama koymuştum çünkü böyle bir duruma düşeceğim aklımın ucundan bile geçmemişti. Şişko olan da ellerini üzerimde dolaştırdı.
Şişko olan ceplerime bakmadan Jack paramı bulmuştu, pis pis güldü.”Vay…” diye mırıldanıp bana baktı. “Zengin çocuğu musun, köpek? Evden mi kaçtın yoksa?”
Boğazımdan bir hırıldama kaçtığında ailemden bahsedilmesinden nefret ettiğimi yeniden hatırladım. “Sana ne?”
Şişko adam sol gözüme bir yumruk atınca kafam sert zeminle bir kucaklaşma daha yaşadı. Ahlayarak elimi gözüme götürüp bastırdım, ama bu canımı daha çok yakınca sadece dudaklarımı birbirine bastırdım ve istemsizce yan döndüm.
İkisi de sokak kadınları gibi kıkırdadı.”Köpek! Seni bir pazarlayıcıya mı satsam diye düşünmüyor değilim…”
Jack denen sıskanın sözleriyle gözlerim kocaman oldu ve istemsizce nefesimi tuttum. Hayır, hayır, hayır… Kesinlikle hayır.
Şişko olan parmaklarını çeneme koyup sımsıkı kavradı ve sağa sola çevirip beni değerli bir eşyayı süzüyormuş gibi süzdü. Can acısı ve korkudan ağzımı açıp tek laf edecek güç bulamıyordum kendimde.
Belki de… Neden susmuyordum ki ben?
“Ya da Patron’a mı götürsek… Patrick, ne dersin? Patron bu zengin tohumuna para verir mi?”
“Verebilir. Vermeyebilir de. Risk almaya değer mi?” Bana bir bakış daha attı ve şişko suratını buruşturdu, ona aynı surat ifadesiyle karşılık verdim ama neyse ki bunu görmedi.
Jack omuzlarını silkti ve ayağa kalktı. “Şunu bağla.” Gözleriyle beni işaret ettiğinde Patrick denen adam kalın parmaklarıyla neresinden çıkardığını anlamadığım bir ipi bileklerime dolamaya başladı.
Sol gözüm hala sızlıyordu ve morluk kalacağından adım kadar emindim.
Patrick ipe sıkı bir düğüm attıktan sonra uzun boylu ensemden tuttu ve ayağa kaldırdı beni, çekerek ilerletmeye başladı. Kaşlarımı çatarak sordum. “Nereye götürüyorsun beni?”
Güldü ve sıska yüzü gerildi, gözleri kısıldı. Birileri bu adam gülmeyi yasaklamalıydı, daha fazla görmemek için başımı eğdim ve kâküllerim gözlerimi örttü.
Jack tıslama ve homurdanma arasında çıkan, eğlenen bir sesle anlamadığım bir şeyler mırıldandı ve kafama bir tane çaktı.
Boğazımdan bir hırıldama kaçtı ve bir şey söylememek için dişlerimi dudaklarıma sertçe bastırdım.
Ben bir cevap bekleyip sıska istediğimi bana vermezken boşboğaz olduğu izlenimine kapıldığım koca göbekli cevapladı sorumu. “Seni satacağız.”
Bunu duyunca bağırdım. “Paramı aldınız ya, aç herifler! Daha ne istiyorsunuz benden?”
“Hey, düzgün konuş Golden.”
“Vurmak serbest, Patrick.”
Jack bana bakıp konuşuyorken midemin bulandığını hissettim. “Görünüşü bozulur diye endişelenme.”
“Her ihtimale karşı, ağzının ve burnunun yerinde kalması gerek.”
Daha fazla dayak yemeyeceğimi anladığım zaman, içime bir rahatlama yayıldı ama bu çok uzun sürmedi, çünkü Jack yeniden o lanet ağzını açmıştı. “Yaşlı kadınlar sana bayılacak, köpek.” Ve güldü.
Başımı yukarı kaldırdım ve yukarıdakinin, tabii varsa, bana acımadığını bir kez daha anladım.”Neden,” diye mırıldandım kendi kendime ve çaresizlikle başımı indirdim.
“Tanrıya yalvarma, köpek, Tanrı yok çünkü. Olsaydı burada sürünüyor olmazdım, olmazdı,” Patrick’i işaret etti Jack, gözleriyle. “Ve olmazdın.”
“Haklı. Karım ve iki kızım tecavüze uğradıktan sonra öldürüldü,” dedi şişko ve anlamsızca gülümsedi. “Tanrı olsaydı buna izin verir miydi?”
İlk defa ona katıldım ve soğukça mırıldandım. “Doğru,” dedim. “Tanrı olsa izin vermezdi. Masum insanların öldürülmesine izin vermezdi.” O yumru boğazıma yeniden yerleşti.
Şu saniyeden sonra ikisi de bu konuyu açmadı, Jack beni ensemden çekiştirmeye devam etti ve ikisi de yeniden adi herifler oldular.
Her neyse, sorun şu ki ben yaşlı bir kocakarıya satılmak istemiyordum, ya da başka bir erkek meraklısına. Ben daha sadece 15 yaşındaydım, benim şuan bu iplerle bağlı olmam değil, Kira’yı yakalamak için plan yapmam gerekiyordu.
Karanlık ve yağmurdan dolayı zemin taşlarında su birikintileri oluşmuş bir sokağa girdik. Beni yakaladıkları sokaktan daha da berbattı, İngiltere’de böyle iğrenç yerlerin olduğunu bilmiyordum, derken karşımıza bir ağacın dibine işeyen uzun boylu ve yapılı bir adam çıktı. Yüzümü buruşturdum.
Neden olduğunu bilmiyorum, Patrick ve Jack nefeslerini tuttular. Adam ayak seslerimizi duyunca pantolonunu topladı ve bize doğru döndü, bana bakıp yürümeye başladığında gece karası saçlarını ve bal rengi gözlerini seçebildim. Sert bir surat ifadesi vardı.
Patrick sessizce “Siktir,” dedi.
Adam tam önüme gelip durana kadar neden bu kadar heyecanlandıklarını sormayı bile düşündüm. Nedense bu kadar korkmaları hoşuma gitmişti, kimsenin göremeyeceğini bilerek hafifçe sırıttım.
Adam elini başımın üzerine koydu. “Bu kim?”
“Bizim sokaklarda pinekliyordu.” Jack sade bir şekilde yanıtladı, korktuğu sesinden belli olmasa da omuzları gerilmişti. “Onu görünce-“
“Yakalandınız.”Gözleriyle karanlıkta kalmış yıkık dökük bir binayı işaret etti adam. İstemsizce başımı uzatıp ne olduğunu anlamaya çalıştım. “”Ben tarafından. Anlaşmayı ihlal etmenin cezası ağırdır, Jack, biliyorsun.”
Jack sessizce başını salladı ama savunmaya geçen Patrick oldu. “Paul, bu çocuk için başımızı yakamazsın. Değil mi?”
Paul bana bakarak mırıldandı. “Hayır, o kadar haysiyetsiz değilim.”
“Harika-“
“Ama sarı çocuğu bana vereceksiniz ve onu Patron’a ben götüreceğim.”
Nedense bu Paul denen adam bana diğerlerinden daha insaflı görünmüştü. Tabii, bir kitabı kapağına göre yargılayamazdınız, bu yüzden kesin bir şey söylemek anlamsız olurdu.
Git gide daha fazla heyecanlanıyordum ve azıcık da olsa rahatlamıştım, en azından yaşlı kadınlara falan satılmayacaktım.
Sıska itirazın e’sini bile etmedi ve ensemi bırakarak beni Paul’a itti. Kendimi durduramadığım için adamın iri yarı gövdesine çarptıktan sonra yere düştüm, yine.
Uzun boylu yapılı adam beni kolumdan tuttu ve ayağa kaldırdı. “Güzel,” diye mırıldandı. “Gel, sarı çocuk, geleceğini belirleyelim.”
Arkasını Patrick ve Jack’a bakmadan döndü, bileğimi yakaladı ve beni ardından sürüklemeye başladı. “Geleceğimi,” dedim tıslayarak. “Kendim belirleyebilirim.”
“Kaç yaşındasın?”
“15.”
“Öyleyse sus ve sadece beni takip et. Ölmek istemiyorsan, tabii. Ya da yaşlı bir kadınla birlikte olmak istemiyorsan.”
Çenemin kasları seğirdi ve kendimi zar zor susturabildim. 5 dakika içinde sıska ve şişkodan epey uzaklaşmıştık, bu adam pek konuşmuyordu, açıkçası bu işime geldi ve düşünecek zaman bulabildim.
Bütün paramı ve yedek kıyafetlerimi kaptırmıştım, her şeyimin olduğu çantayı sokak serserilerine bırakmıştım, yapacak hiçbir şeyim yoktu.
Çaresizce önümdeki adamı takip ederken, yaptığım şeyden ve aldığım kararlardan bir kere bile pişman olmadım.
***
(2012 4 Eylül)
New York Manhattan’da sokaklar yağmurlu ve soğuktu.
Halle Lidner’in nefes alış veriş sesleri topuklu ayakkabısının zeminle çarpışmasıyla çıkan tok sesle birleşiyor, tombul yağmur damlaları sarı saçlarına düşüyordu.
Oturduğu büyük binanın önüne geldiğinde telefonu çaldı ve eldivenli elini çantasına götürüp karıştırmaya başladı, o sırada binanın giriş basamaklarını çıkıyordu.
Telefonunu bulduğunda gözlerini kapatan saçlarını düzeltti ve arayanın kim olduğunu görünce kaşlarını çattı.
Bilinmeyen numara.
Konuşma isteğini meşgule attı ve kafasını iki yana sallarken giriş kapısını ittirip apartmanın sıcağını yüzünde hissetti. Gerçekten üşümüştü, evine gidip bir şeyler atıştırdıktan sonra televizyonun başında pineklemeyi umuyordu.
Asansöre bindiğinde 4 numarayı tuşladı, evinin olduğu kata çıktıktan sonra çantasından anahtarını çıkardı ve 16 numaralı kapıya doğru ilerledi.
Telefonu yeniden çaldı, yine bilinmeyen numaradan.
İç çekerek konuşma isteğini kabul ederken telefonu yavaşça kulağına götürdü.
“Evet?” diye sordu.
Bir erkeğe ait olan ses, yanıtladı. “Anahtarını kullanmana gerek yok, Bullock. Sadece kapıyı tıklatman yeterli.”
Halle, olduğu yerde kalakalırken telefonu siyah eldivenlerinin arasından kaydı ve yere düşerek parçalarına ayrıldı. Nefesleri, kalp atışları ve nabzı hızlanırken tüm bedeni titredi, gözlerini sıkıca yumdu ve birkaç saniye açmadı.
Tanrım, evinde biri vardı. Halle’nin şuanda ne yaptığından haberdardı ve en önemlisi, ona soyadıyla hitap etmişti.
Tanrım, tam da bundan korkuyordu.
Yutkundu ve dizlerinin üzerine çöküp yerden telefonunun parçalarını topladı, hepsini birlikte çantasına atarken belindeki silahı çıkarıyorken, derin bir nefes aldı.
Evindeki her kimse, sıradan bir hırsız olmadığı kesindi. İşte bu yüzden o eve girecekti ve bu yüzden kapıyı tıklattı yavaşça.
Birkaç saniye sonra, çelik kapı bir gıcırtıyla birlikte açıldı.
Genç kadın kendi silahını karşısında dikilen uzun boylu sarışın adama doğrulttuğunda, onun da aynı şeyi kendisine yaptığını gördü.
“İndir silahını Halle Bullock.”
Halle silahını indirmek yerine gözlerini genç adamın üzerinde gezdirdi, tahminlerine göre 25 yaşının üzerinde olamazdı. Kolsuz siyah bir gömlek ve siyah bir pantolon giymiş, aynı renkte siyah rugan ayakkabıları parlıyordu. Boynunda uzun bir haç kolyesi vardı.
Yüzü… Yüzü ise… Halle bu yüzü tanıyordu.
Çocuksu yüz hatlarına sahipti, keskin mavi gözlerini kâküllü sarı saçları çevrelemişti. Biçimli dudakları ve hafifçe çıkık bir çenesi vardı.
Bu Mello olmalıydı, Near’ın bahsettiği çocuk. Resmini bir ara görmüş ve kendisine bu kişiye karşı dikkat etmesi söylenmişti.
“Evimde ne arıyorsun?” diye sordu genç kadın, sesindeki şaşkınlık ve korkuyu gizlemeye çalışarak. Hafif ıslanmış saçları yüzüne değdikçe rahatsız oluyordu.
Genç adam gülümsedi, ya da hayır, sırıttı ve Halle’nin yeni fark ettiği ama genç adamın başından beri sol elinde tuttuğu çikolatayı ağzına götürüp bir ısırık aldı.
Evet, bu kesinlikle Mello olmalıydı.
“Sana soracaklarım var,” Mello çikolata parçasını çiğnedikten sonra yavaşça yuttu. “İçeri geçmeyecek misin, Halle Bullock?”
Genç kadının yüzüne doğrulttuğu silahı parmağında çevirdikten sonra belindeki kemere geri soktu. Halle önce kaşlarını kaldırdı, sonra Mello’ya bir bakış fırlattıktan sonra o da silahını indirdi, evine adım attı.
Her an tetikte olmalıydı Halle. Mello’nun elinde defter olduğunu Near’dan öğrenmişti. Ve ters bir hareket yapacak olursa, bu adam Halle’nin adını ve soyadını bildiği için, onu 40 saniyede kalp krizinden öldirebilir ya da son hareketlerini kontrol edebilirdi.
Ah, bundan nefret ediyordu. Köşeye sıkışmaktan. Mello’nun ona ne soracağını tahmin edebiliyordu.
Mello gayet rahat bir tavırla oturma odasına ilerledi ve krem renkli üçlü koltuğa çöktü. O sırada çikolatasından ses çıkartacak şekilde bir ısırık daha alıyor, bakışlarını ayakta dikilip onu izlemekte olan Halle’ye çevirdi.
“Bana bir şeyler içmek isteyip istemediğimi sormayacak mısın?”
Genç kadın bu soru karşısında kaşlarını kaldırdı, bu kadar yüzsüzlüğün fazla olduğunu düşünüyordu, bu soruya cevap vermedi ve beklentiyle genç adamın mavi gözlerine bakmaya devam etti.
Mello gözlerini devirirken omuz silkti. “Misafirperverliğine hayran kaldım, 10 puan.”
“Mello.” Halle sert bir sesle konuştu ve üzerindeki kabanı çıkartıp sandalyenin üzerine astı. “Ne istiyorsun?”
“Harika, kim olduğumu biliyorsun! 10 puan daha,” Mello şakayla karışık söylenirken gözlerini devirme sırası Halle’deydi, genç adam bunu görünce pufladı ve başını geriye atıp koltuğa yasladı. Saçları yüzünü örtmüştü, bu şekilde. “Kadınlara yaranılmıyor hiç…”
“Mello!”Genç kadın tısladı ve elini kabanını astığı sandalyenin kenarına koydu.
“Tamam, Bullock, adet gününe denk geldim herhalde.” Elleriyle çikolatadan bir parça koparıp ağzına attı, dudaklarını yaladı yavaşça. “Konuya geçelim.”
Genç kadın iç çekti ve dizginleyebildiği korkunun yeniden dışarıya çıkmaması için dua etti kendi kendine. “Nihayet,” diye mırıldandı ve Mello’nun ondan SPK ile ilgili bilgi istemesi için beklemeye başladı. Buna zorunda kalacak ve bir hain olacaktı, ama başka çaresi olmayacağını da çok iyi biliyordu.
Kullandığı sahte soy ismi işe yaramamıştı.
Mello başını koltuktan kaldırıp Halle’ye çevirdi. Daha öncekinden çok daha sert ve kararlı bir sesle “Near’ın ne yaptığını bilmek istiyorum,” dedi. “Elinde neler olduğunu bilmek istiyorum.”
Halle sıkıntıyla iç çekti.

En Yukarı Git
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder  
30 Mar 2013 19:00
psico_mama
Otaku (Level 4)
Otaku (Level 4)



Yaş: 31
Kayıt: 18 Hzr 2008
Mesajlar: 431
Favori Anime & Manga: death note, tenjou tenge, samurai x, bleach, ouran hshc...

Durumu: Çevrimdışı

psico_mama
Otaku (Level 4)
Sokakların Tanrısı - Mello Konu: Yanıt: Sokakların Tanrısı - Mello
Alıntıyla Cevap Gönder
Mello hastaligimdan ötürü baktım ve tam anlamıyla dehşet bi kurgu.. bayıldım uzun zamandır yoktum buralarda acaba dedim gençler ne yapmış ve aman yarabbi !! Bayadir da yazmamissin devamı gelirse ben ben deli takipcinim bilesin Çok Mutlu

En Yukarı Git
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder MSN Messenger  
28 Eyl 2013 19:23
psico_mama
Otaku (Level 4)
Otaku (Level 4)



Yaş: 31
Kayıt: 18 Hzr 2008
Mesajlar: 431
Favori Anime & Manga: death note, tenjou tenge, samurai x, bleach, ouran hshc...

Durumu: Çevrimdışı

psico_mama
Otaku (Level 4)
Sokakların Tanrısı - Mello Konu: Yanıt: Sokakların Tanrısı - Mello
Alıntıyla Cevap Gönder
Mello hastaligimdan ötürü baktım ve tam anlamıyla dehşet bi kurgu.. bayıldım uzun zamandır yoktum buralarda acaba dedim gençler ne yapmış ve aman yarabbi !! Bayadir da yazmamissin devamı gelirse ben ben deli takipcinim bilesin Çok Mutlu

En Yukarı Git
Kullanıcının profilini görüntüle Özel mesaj gönder MSN Messenger  
28 Eyl 2013 19:24
 
Yeni başlık gönder   Başlığa cevap gönder  
1. sayfa (Toplam 1 sayfa) [ 3 mesaj ]  

 
Bu forumda yeni başlıklar açamazsınız
Bu forumdaki başlıklara cevap veremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı değiştiremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı silemezsiniz
Bu forumdaki anketlerde oy kullanamazsınız