4. Bölüm: Shiliew de Bir Avukat
Herhangi yoğun günlerden biri değildi bu, o kadar yoğundu ki, Shiliew öğle yemeği yememişti. Mellyn ile üniversitede aynı eve çıktıklarında iki sıkıntıları vardı, ilki Mellyn Shiliew’in sürekli kız getirmesinden usanmıştı, ikincisi ise ikisi de boğazına o kadar düşkündü ki yemeğe harcadıkları para yüzünden hiçbir ekstra harcama yapamıyorlardı.
Bir yandan peynirli ve patatesli poğaçaları insanı tiksindirecek bir çabayla ağzına tıkarken öbür yandan da ağzındaki anormal doluluk yüzünden kusmamaya gayret ederek dosya yığınının arasında nefes almaya çalışıyordu, Shiliew. Zorlukla yemeğini yuttuğunda gözlerinden yaşlar geliyordu neredeyse, hafif hafif öksürdü. Tabağı hızla kenara iterek kalemini eline aldı, bu kadarcık yemek onu doyurmasa da idare edecekti.
Öğle yemeği vakti geçeli çok olmuştu ancak gelen giden yoktu, yine de tıkınırken yakalanmak istemiyordu, ayrıca mesainin bitiş saati yaklaşmıştı. Bileğini silkeleyerek kolundaki saate baktı, on dakika içinde çıkabilirdi. Yavaşça siyah, deri koltuktan kalktı ve kalın kapaklı dosyaları kapatmaya başladı, kimisini rasgele bir yerlere koydu, kimisini ise dolaptaki yerine, nihayet kendini dışarı attığında adeta ter döküyordu. Kolunun altında iki tane ince dosya vardı, bir eliyle de cep telefonunu kontrol ediyordu. Mellyn’den yalvar yakar bir günlüğüne ödünç aldığı arabanın kilidini açtı ve dosyaları arka koltuğa attı, kendisi de binmek üzereyken arkasından birinin yaklaştığını duydu. Mellyn? Mariah? Yuetsu? Aklına olabilecek herkes liste halinde sıralandı –ve nedense çoğu dişi cinsindendi, ah, Shiliew!!!- fakat o da iyi biliyordu ki hiçbiri değildi.
“Ben mi paranoyaklık ediyorum? Belki de hiç kimse yok civarda? Hem burası tenha da olsa bir sokak sonuçta, birileri geçebilir.”
Gergin bir şekilde gözleri aynalara gitti ve bakabildiği her yere baktı. Hiçbir şey görmek istemiyordu. Beyninin içinde bir ses, dosyalar, diye çığlık attı ve anında binmek üzere olduğu koltuktan kendini geri çekerek arka kapıyı açtı, bagaja koysaydı dosyaları, anahtarı alıp açamazlar mıydı sanki? Mellyn’in kilitli çantası oradaydı ama şifresini bilmiyordu. Yine de çantayı çekti ve aklına gelen şifreleri denemeye başladığında, aklında bir şimşek çaktı. Mellyn’in her türlü şifrelerini, okul numaraları oluştururdu. Gittiği okullarda edindikleri, ya da yakın arkadaşlarının okul numaraları.
Hızlı hızlı 162’yi denedi, doğru çıkmadı. Mellyn bu çantayı kendisi mi almıştı? Derin bir nefes aldı. Hayır. Çanta, Yuetsu’nun hediyesiydi. Öyle olmalıydı. Y, alfabenin 28. harfiydi. Ve 5 ise, Mellyn ile tanıştıkları yaş. Yuetsu ise 4 yaşındaydı o zamanlar. Ya 284 idi, ya da 285. Nitekim, şifre de 285’ti. Yüzünde rahatlamış bir sırıtmayla “Mellyn ve uyduruk şifreleme sistemleri” diye mırıldandı Shiliew. Hakkında bilgiye sahip olan birisi, Mellyn’in her türlü şifresini kolaylıkla bulabilirdi. Arka koltuğa uzanarak iki dosyayı da çantaya koydu, hızla kapattı, hızla bagajı da kapattı, bir an önce arabaya binip gitmek istiyordu. Neredeyse dudaklarını parçalayacaktı stresten. Kısa süre önce kapattığı ön kapıyı tekrar açtığında, dünyası kararmaktan çok rengarenk olmuştu. Tam ense kökünde şiddetli bir acı hissetmişti, sert ve soğuk bir şeyin darbesini. Kırmızı ve mavi benekler gözlerinin önünde uçuştuğunda, düştü, düştü, düştü, düşmesi asla durmadı.
En azından uyanana kadar.
Ve en azından, dosyaları kurtarabilmişti.
* * *
Işık gözlerine öyle batıyordu ki, ve her tarafı öylesine ağrıyordu ki uyanmak istemedi Shiliew. Sabahın köründe, baş belası arkadaşının perdeleri açarak onu uyandırmasından nefret ediyordu.
-“Tanrım, Mellyn, yalvarırım perdeleri kapat.” Başı korkunç ağrıyordu, oysa içmediğine emindi, fakat onu cevaplayan ses Mellyn’in sesi değil kalın bir erkek sesiydi.
-“Kapatmam imkansız. Ki zaten, Mellyn değilim.” Gözlerini kocaman açtı Shiliew, yoksa yine bir kızın ağabeyine falan mı yakalanmıştı?! Fakat çıkan düzenli bip bip sesleri ve kolunda varlığını hissettiği bantlar, gözlerinin önünde salınan serum şişesi durumun düşündüğünden farklı olduğunu gösteriyordu. Bir an kafasını toparlayamadı genç adam. Yüzünde son derece saf bir ifadeyle kafasını pencerenin önünde duran adama çevirdi.
-“Lennon?” Sesi çok kuru ve garip çıkmıştı. Adam bir şey demedi, kafasıyla da onaylamadı, fakat onun Lennon olduğu kesindi. Böyle, birden hastanedeki ne idüğü belirsiz bir odada gözlerini açmak çok kafa karıştırıcıydı. Fakat Shiliew, olanları epeyce hatırlamaya başladığı için sustu ve başka bir şey demedi.
-“İfadeni almak için burada olduğumu varsayabilirsin.” Dedi Lennon. Shiliew’le bakıştılar, o da hafif bir iç geçirdi. İfadesini alacak daha suratsız biri yok muydu? Vücudunda birçok yerin zonkladığını ve yaralı olduğunu düşündüğü yerlerin acıdığını hissettiğinde,tekrar hafif bir iç geçirdi.
* * *
Yuetsu, hızlı hızlı hastaneye yürüyordu, avukatların saldırıya uğradığını biliyordu ve bu sebeple kendini korumak için her türlü önlemi almaya çalışmıştı ancak Shiliew’in saldırıya uğrayacağı hiç aklına gelmemişti. Shiliew’in odasına gidebilmek için tüm gücüyle kayma tehlikesi olan merdivenleri çıktı, ve 216 numaralı odanın önünde durdu, içeriden Shiliew’in sinirli sesi geliyordu.
-“Le-Lennon! Ne ya-NE YAPIYORSUN BE?!”
-“Kıpırdama.”
Yuetsu kapıda dondu kaldı. Suratında aptal bir ifade vardı. Kavga ediyorlarsa, girmek istemiyordu.
-“Hayır –hayır dedim sana! Burası hastane!” Shiliew, aynı telaşlı tonda konuşmaya devam etti. “Hayır, hayır, hayır, AAAH!” Bu defa canı yanmış gibi bağırmıştı.
-“Kendini kasma diyorum sana. Canın daha çok yanacak.” Bu defa Lennon’ın sesi geliyordu.
-“Kasma demesi kolay!”
-“İyi, kas. Ama canın daha çok yanar.” Bu defa garip sesler geldi ve yatak şiddetle gıcırdadı, Shiliew’in sesi kesilmişti. Kapının dışında bekleyen zavallı kız ise neye uğradığını şaşırmıştı. İçeride ne oluyordu?
-“Bak, bu yaptığın mantıklı deği-Aaaahahaha AAAAHHHH! Çek şunu be! AYY ACITIYORSUN SENİ -!” Shiliew’in ettiği küfür epey alçak sesli olduğundan, Yuetsutam olarak duyamamıştı. Fakat Lennon’ın iç geçirdiğini duydu.
-“Çocuk gibisin. Dayan biraz. Ağrı yakında geçer.”
-“Ne yaparsan yap, hızlıca bitir şu işini.”
Daha fazla dayanamayan Yuetsu, kapıyı bile çalmadan içeri daldı, fakat gördüğü manzara epey komikti. Lennon, Shiliew’in serumunu değiştirmeye çalışıyordu, Shiliew de çocuk gibi onu engellemeye çalışıyordu.
Nitekim, gerçek de çok farklı değildi. Shiliew, ifade verirken öfkeden elini kolunu salladığı için serumun iğnesinin yeri kaymıştı, dolayısıyla tekrar –bu defa daha aşağı- yeni bir iğne takılması gerekiyordu. Fakat hemşireyi çağırmalarına rağmen gelmediği için bu işi Lennon üstlenmişti, Shiliew ise çocuk gibi avazı çıktığı kadar bağırarak itiraz ediyordu.
-“Ağrı kesicilerini damardan alabilmesi için iğnenin değiştirilmesi gerekiyor, ama beyefendi çocukluk yapmakta çok kararlı.” Dedi Lennon, Yuetsu’ya bakarak. Shiliew ise adamın sesindeki alaycı tondan çok utanmıştı.
-“Sana hayır dediğimi zannediyordum. Burası hastane. Dışarı kafanı bir uzatsan, yüz tane hemşire var!”
-“Hayır yoktu.” Dedi Yuetsu, kendini gülmemek için zor tutuyordu. Çünkü Shiliew suratında yumurta pişirilebilirmiş gibi görünüyordu, kızarma safhasını epey geçmişti. Suratını küskün bir çocuğun ifadesiyle öbür tarafa çevirdi, sonra da “Tanrım.” Diye inledi. “Yaralarım çok acıyor.”
-“Sakın avazın çıktığı kadar bağırdığından olmasın? Sesinizi ben duyabiliyordum.” Yuetsu’nun sesinde çok ayıplar bir ton vardı, Lennon ise epey kızgın görünüyordu.
-“Uyu, Shiliew. Bulanık kafanla işime karışma.” Kaşı öfkeden seğirse de cevap vermedi adama, yorganı tepesine kadar çekmeye çalıştı ancak yaraları acıyınca tekrar inledi, öylece kendini yatağa bıraktı. Mellyn neredeydi?
-“Mellyn nerede?” diye sordu. Kadın kaşlarını çattı ve sert bir sesle cevap verdi:
-“Mellyn bebek bakıcısı değil. Sen yokken de bir sürü meşguliyeti var! Yaralanmış olabilirsin ama bu sadece Mellyn’in işlerini zorlaştırır. Biraz anlayışlı ol ve gelmezse de şaşırma! Onun gibi biri, senin gibi birine destek çıkıyor diye şanslı say kendini bence.” Yaralı adam şaşkın bir ifadeyle ona baktı, sonra yüzü ifadesizleşti ve yorgunca gözlerini kapıya dikti. Uykuya dalmadan önce duyduğu son şey, Lennon’ın çıktığıydı.
* * *
Gece. Karanlık. Sessizlik. Acı. Ağrı. Karmaşa. Çok tuhaf duygular içinde derin uykusundan uyandı Shiliew, kıpırdamaya çalışınca kendi kafasının yanında başka bir kafa hissetti. Sağ tarafa döndüğünde gördüğü manzara aynen şuydu;
Siyah ve dalgalı saçlı bir kadın, koltuğu kendi başucuna çekmişti, kollarını destek olsun diye kendi yastığının arkasından ileri uzatmıştı ve kafasını yastığın boş kısmına koymuştu. Ayrıca uyuyordu.
-“Mellyn?” dedi Shiliew. Sesi boğuktu. Hafifçe kadını dürtükledi. “Mellyn…” Mavi gözler aralandı, önce boş boş durdu, sonra kendisini uyandıran adamın yüzüne odaklandı:
-“Uyandın mı Shi?” Kızın sesi boğuktu ve gözleri kan çanağı gibiydi. “Daha iyi misin?” Sesi çatlak çatlak çıkıyordu, adeta-
-“Ağladın mı sen?” dedi Shiliew, sesi epey suçlu çıkmıştı.
-“Bunu boşver. Ama ilgini çekecek şeyler var elimde…” Shiliew tek kaşını kaldırarak ona baktı.
-"Ne gibi?"
-"Senin diğer yaralılardan farklı bir özelliğin var. Bulunma vaktin. Bu sayede gözümüzden kaçan bir şeyi gördük, aklımızı kurcalayan bir şey de netleşmiş oldu."
-"Anlat."
-“Diğer yaralıların bulunması, senin bulunmandan çok daha geç olmuştu. Dolayısıyla bir şeyi gözden kaçırdık.” Kadın, kendini tekrar edip duruyordu.
-"Evet, evet, bunu söyledin!"
Shiliew doğrulmaya çalıştı, ancak sağ kasığında hissettiği şiddetli acıyla inledi ve sadece dirseklerinin üzerine dayanarak dikilmeye karar verdi.
-“Eee? Devam etsene! Çatlatma beni!”
-“Fibrinojen, Shi. Fibrinojen.”
-“Fibrinojen mi? Dalga mı geçiyorsun sen benimle? Yaralıydım! Başka ne olabilirdi?!”
-“Shi, sakin ol. Her şeyi anlatacağım. Pıhtılaşmayı biliyorsun değil mi? Nasıl olduğunu? Basitçe anlatacağım. Kan pulcukları dediğimiz şeyler, kanda bulunur.”
-“Ah gerçekten mi? Onun için mi kan pulcuğu dediniz onlara?”
-“Shiliew!”
-“Tamam, tamam sustum.”
-“Bu kan pulcukları, hasarlı dokunun olduğu bölgede trombokinaz dediğimiz bir enzimi salgılarlar. Bu pıhtılaşmayı başlatan enzimlerdendir. K vitaminine ihtiyaç duyulan aktif olmayan plazma proteini protombin, bu kan pulcuklarının salgıladığı trombokinaz dediğimiz enzim tarafından trombine çevrilir. Trombin kan pulcuklarını yapışkan yapar. Yani kan pulcukları yapışkanlıkları sayesinde hasarlı dokuya yapışarak orayı onarmaya başlarlar. Buraya kadar anladın mı?”
Shiliew epey tuhaf bakıyordu ona, sonra kafasını salladı.
-“Tüm bu isimler birbirine benzese de, anladım galiba. Protombinle trombinler yapışıyormuş, sonra onlar trombokinazı salgılıyorlarmış, sonra o da onları… Her neyse, öyle bir şey.” Mellyn gözlerini devirdi.
-“Boşversene. Bu trombin var ya, hani protombinle trombokinaz vardı, onlar trombine dönüyordu? Kalsiyum tuzları var bir de.” Mellyn derin bir nefes aldı. “Bunu sana anlatmak gerçekten işkence gibi. Trombin, bir enzim görevi yaparak plazma proteini fibrine dönüştürür.”
-“Plazma protein nereden çıktı?”
-“Yaralanma anında karaciğer salgılıyor. Diğer bir adı fibrinojen.”
-“Hah, şu ünlü fibrinojen!”
-“Fibrinojen, bu yolla fibrine döner. Fibrinler iplikçikler gibidir ve bir ağ gibi kan pulcuklarını sararak çökeltirler. O çökelti da kan pıhtısı oluyor.” Halsiz halsiz bakıştılar.
-“Anladım galiba.”
-“O zaman geliyoruz zurnanın zırt dediği yere. Kanında fibrinojen, çok fazlaydı.” Shiliew ona garip garip baktı.
-“Yani? Öyle olması gerekmez mi? Yaralanmada salgılandıklarını söylemiştin?”
-“Öyle tabii. Kanda çok fazla fibrinojen olması, yaralanmanın ne kadar zaman önce olduğunu bize anlatabilir.”
-“Yani?”
-“Senin durumundayken, bulunduğundaki orana bakarak rahatlıkla yarım saat önce yaralandığını söyleyebilirim. Seni bulduğumuzda ise, saat yediye çeyrek vardı.”
-“Sadede gel, Mellyn!”
-“Yani, fibrinojen oranına bakarak senin altıyı çeyrek geçe yaralandığını söylerim! Ama kameralara göre sen işten altı buçukta çıkmışsın!”
-“Ne demek oluyor bu şimdi?!”
-“Dışarıdan birisi sana fibrinojen takviyesi yapmış demek oluyor, SHILIEW!” İkisinin de sesi iyice yükselmişti, ikisi de sustular, yaralı adamın yüzünde korkmuş bir ifade vardı, genç kadın ise pek üzgün görünüyordu.
-“Biraz daha açıklamanı istiyorum.”
-“Diğer kurbanların yaralanma saatlerini kanlarındaki bu oranlara göre söylüyorduk. Ama kandaki fibrinojen oranı ile fibrin oranı, ayrıca trombin oranı uyuşmuyordu. Dolayısıyla epey kafamız karıştı. Çünkü bütün bu saydığım maddeler, kanda da bulunmasına rağmen yaralanma zamanında salgılanırlar. Eğer fibrinojen o kadar çok varsa, niye diğer maddeler az? Çok saçmaydı. Ve tüm bu kan pıhtılaştırma olayları falan… Hala ne olduğunu çözemesek de, Rikou’nun ölümüyle ilgili bir teorim var.”
Shiliew heyecanla yerinde kıpırdandı ve gözlerini iri iri açtı, meraktan çatlamak üzereydi.
-“Rikou’nun kan pıhtısıyla ilgili bir problemi varsa ve kan inceltici ilaç kullanıyorsa, ölmüş olması çok normal olurdu. Zaten komaya girdiğinde, beynindeki bir pıhtı yüzünden öldü. Yaralarıyla bağlantı kuramadık.”
Shiliew inleyerek kafasını yastığa geri bıraktı. Aklı karmakarışıktı. Gerçekten tamamen anlamamıştı, anladığı tek şey, bu cinayeti işleyen her kimse, ya da kimlerse, gerçekten çok zekiydi. Mellyn’in eli nazikçe yanağında gezindi.
-“Sabah açıklarım sana. Boşver bunu. Sen iyisin. Şimdi uyuman en iyisi olacak…”
En az Mellyn’in sesi kadar hafif bir uykuya daldı.
//Yeni bölümü yazdım, ancak son yazdıklarım azıcık akıl karıştırıcı olabilir, onlar ileriki bölümlerde tekrar baştan baştan ayrıntılı ve anlaşılır şekilde açıklanacak. ^^' İyi okumalaar.
NOT: Bu arada, yeni bölümü yazarken fazla özenip zorlayamadım, ama heyecan bu bölümden sonra ufak ufak başlıyor.