Yeni yazı yarışmamız hayran kurgularına yani hikâyelerine dayalı olacak. Herkesin iyi kötü bir yazma deneyimi olmuştur eminim. Hani olmasa bile okulda kompozisyon yazdığımızdan az çok bildiğimiz bir şey. Her neyse sizden ahım şahım işler beklemiyoruz, içinizden geldiğinizce saçmalayabilirsiniz. Sonuçta bu sizin hayal dünyanız ve ne kadar uçuk veya basit olduğu önemli değil.
Konuya gelecek olursam yaşları 15 veya 30 arasında olan (yani genç derken 15 yaşındaki bir grup genç -liseli veya değil- veya tatile çıkmış 20 yaşındaki üniversite öğrencileri veya herhangi bir sebeple araştırma yapmak için tekneyle orada mahsur kalmış 25 yaşındaki işte çalışan kişiler.) İşte bu belli bir yaş grubunda olan kişilerin neden o adaya geldiklerini konu alan bir hikâye olacak. Deneysel bir sebeple de gelebilirler. Bir sel baskını sonucunda adanın sadece belli bir kısmı kalmış olabilir ve mahsur kalabilirler vs vs...
Kurallar:
- Tema "Issız bir adada kurtarılmayı bekleyen bir grup genç hakkında olacak."
- Bir adet hikâye yazacaksınız.
- Yazınızın içeriği en az 750 en fazla ise 1500 sözcükten oluşacak... (Yani bunun ayarını gerekli programlarda bakarak yazın.)
- Yazınızı bu konu altına spoiler içine alarak koyun.
- Yazınızın bir başlığı mutlaka olsun.
- Sapıkça veya aşırı argo sözcükler yasak.
- Yarışma 6 Mart Cuma günü geceyarısı bitecek. Duruma göre süre uzatılabilir.
=P Tür olarak romantizm ekleyin diyecektim de sonradan vazgeçtim =)
Karakterleri istediğiniz animeden seçebilirsiniz orası size kalmış. Yeni karakter yaratın veya birkaç anime karakterini alın bu adaya tıkın hiç farketmez.
Yaş: 17 Kayıt: 16 May 2008 Mesajlar: 4,815 Tanıtımlar: 7 Favori Anime & Manga: One Piece, Slam Dunk, Great Teacher Onizuka, Kyou Kara Ore Wa!! Nerden: All Blue Teşekkür: 4165
Durumu: Çevrimdışı
SanJi Yönetici
Konu: Yanıt: Hikâye - Fanfic Yarışması
Spoiler:
Kokteyl
Dalgaların hoyratlığı azaldı. Ortalık hafiften kararmaya başladı. Denizin soğuk esintisine uyandım. Beliren yıldızlardan başka gözle görülür bir ışık kaynağı yoktu etrafta. Gece karanlığı çöküyordu ve survivor adası çakması bir adaya doğru yollanıyorduk. Her şey forum halkının Ercan’ın üzerine gelmesiyle başlamıştı…
“Sürekli müzik, kitap, alıntı, şekilli söz yazıyorsun, biraz değiştir şu yazılarının formatını.” Tarzı uyarıları çok yanlış anlayan Ercan, artık haftada bir buluşma başlığı açıyor ve her gün bu başlıklara yazıyordu. Dinlediği şarkıları da buraya yazmaya başlamıştı. “Gelin size bu şarkıları açacağım!” gibisinden. Sere bile buna engel olamıyordu. Kural ihlali yapıyor sayılmazdı çünkü. Forumca kenetlenmiş, Ercan’a yaptığı yanlışı anlatma çabasına girişmiştik. Buna bir çözüm bulmak için bir konsey oluşturuldu ve konuyla ilgili görüşme düzenlendi. Ercan Kongresi’nin sonuçları şu şekildeydi:
1- Mesele yüz yüze görüşülecek.
2- Görüşme Antalya’da olacağı için (Ercan buluşma mekanı olarak hep kendi barını yazardı.) heyet tarafından bir grup tayin edilecek, bu grubun tüm masrafları forum halkı tarafından karşılanacak.
3- Kaba kuvvete başvurulmayacak.
4- Görevin gerçekleştirilmesi için 6 kişi seçilecek. İsteyen gönüllü olarak katılabilir, lakin sayı 6’yı bulmazsa heyet toplanıp kalanları seçecek.
Kongre sonuçları açıklanır açıklanmaz Marisa ve Vinnie gönüllü oldu. Enel ve ben de konuşup anlaştık, bu iş için uygun olduğumuza karar verdik. 4 kişi tamamdı lakin başka kimse gönüllü olmak istemiyordu. Herkes öylesine bıkmıştı ki Ercan’dan, yüzünü görmeyi bırakın forumda ismini görmeye bile tahammül edemiyordu millet. Bu durumda konsey tekrar toplandı ve oylama yapıldı, heyet başkanı Quincy seçilen iki kişiyi açıkladı; Faust ve hoppalapaşam. Engin kültür birikimiyle tüm forumun polemiğe girmekten kaçındığı Faust, Ercan’ı rahatça madara edebilirdi. Yerinde bir seçimdi bu. Faust’u forum tarihinde bir tartışmada alt eden tek kişi hoppala paşam ise bu iş için biçilmiş kaftandı. Böylece Ercan Kardeşliği oluşturulmuş oldu.
Ercan öncesi buluşup toplandık ve planı tekrar gözden geçirdik. Herkes Quincy’den aldığı imla hatasız direktiflere çalışarak gelmişti. İşimizi ciddiye alıyorduk. Eğer Ercan’ı hafife alırsak vaziyet vahim olabilirdi. Forumun kaderi kardeşliğin ellerindeydi.
Buluşma başlığında saat 2’de toplanılacağı yazıyordu. Belirtilen saate uyup davete icabet ettik. Erco bizi hoş karşıladı. Hepimize özel kokteylinden ikram etti. Kırmadık tabii içtik.
Enel ve ben buraya geliş sebebimizi unutup Ercan’ın müthiş kokteyline abanmıştık. Paşayla Faust’un uyarılarına rağmen ikinci şişeyi yuvarlamış, Ercanla kanka olmuş, “Şu an ne dinliyorsunuz?” başlığına üç ayrı hesaptan aynı şarkıyı yazıyorduk. Ercanlaşmaya başladığımızın farkında değildik. Ama etrafta olan bitenin farkındaydık. Vinnie, Marisa, Paşa ve en son Faust bayılmıştı. Kokteylden bir bardak içenler tek tek uçtu. Biz de uçmak üzereydik. Çok içtiğimiz için herhalde Ercan’ın ilacı bize geç tesir ediyordu. En son hatırladığım, Ercan’ın düşünceler başlığına yazdığı yazıydı: “Cin olmadan adam mı çarpıyonuz ”
Ve işte teknedeyiz, elimiz kolumuz bağlı. Ercan bizi survivor çakması bir adaya doğru götürüyor. Olan bitenin farkına varmaya çalışıyorum hala. Marisa, Enel ve Faust’un üzerinde mavi, kalanımızın üzerinde kırmızı forma vardı. Sanırım Ercan’ın ütopyasını canlandıracaktık. Bu ütopyada Erco, Acun olmak istiyordu. Bize Survivor Forum’u yaşatacaktı.
Kaslı vücuduyla hepimizi rahatlıkla kumsala taşıdı. Yalnız son olarak Enel’i taşırken fark ettim ki bacaklarını okşadı. Enel utanmasın diye ses etmedim ama bunu eve döndüğümde foruma yazacaktım. Kardeşliğin ortasına bir bıçak attı ve hızla tekneye yöneldi. Ama o ana kadar farkına varamadığım bir gözü dönmüşlükle Marisa ve Vinnie Ercan’ın üzerine çullandı elleri bağlı bir vaziyette. Biz de onların üzerine çullandık. Bir anlık yılbaşında taksim enstantanesinin ardından herkes Ercan’a kafa atmaya başladı. Kafalarımızın acısına aldırmadan deli gibi vuruyorduk. Ağzıyla gözü yer değiştirmiş, kan revan içinde kalmıştı garip. Faust durun komutu vermesine rağmen Marisa ve Vinnie Ercan’ın kulaklarını ısırmıştı, bırakmıyorlardı.
-“Durun bi’. Bırakın önce elimizi kolumuzu çözelim, sakinleşelim. Sonra ne yapacağımıza karar veririz.” Dedi paşa.
Ercan’a olan hıncımızdan elimizin kolumuzun bağlı olduğunu unutmuştuk. Paşa bizi kendimize getirmişti. Derhal bıçağı alıp Enel’in iplerini kesmeye giriştim. İki şişe içtikten sonra hala tam ayılabilmiş değildim. Hangi akla hizmet almıştım bıçağı elime? Zaten ortalık kararmıştı, bir şey göremiyordum. Ama artık bıçağı bırakamazdım. Büyük Sanji’nin bir itibarı vardı forumda. Buradaki insanlar bana saygı duyuyordu, bu yüzden başladığım işi bitirmeliydim. N’olursa olsundu ve olmuştu. Enel’in parmağını yardığımı hissediyordum. Elimin yumuşak bir dokuyu kestiğini fark ediyordum lakin enteresan bir şekilde Enel ses etmiyordu. O da alkolün etkisindeydi hala ve her yeri uyuşuktu, bir şey hissetmiyordu. Ses etmeyince ben de kesmeye devam ettim. Enel’in elleri çözüldü. Elleri çözülen kişi rahat rahat diğerlerini çözebilirdi. Bıçağı tuttuğu elinde dört parmak vardı. Kafası güzel olduğundan fark etmedi bunu, benim iplerimi çözdü. Bu kafayla bile cerrah gibi bıçak kullanıyordu, tek hamlede çözmüştü.
Diğerleri kopan parmağı fark edip sakladılar ve çaktırmadan Enel’in elini sardılar.
Herkes serbest kalınca görev dağılımı yaptık. Marisa, Vinnie ve Faust tekneye gidecekti. (Mari ve Vini Ercan’ın yanında kalırlarsa kötü şeyler olabilirdi) Kalanlar da Ercan’ın başında bekledik.
Enel’i pişpişliyordum uyuması için. Parmağını görmesini istemiyordum. Paşa da pür dikkat Ercan’ı izliyordu. Kısa sürede döndü diğer üçlü. Faust hemen açıklama yaptı:
-“Size bir iyi bir de kötü haberim var. Kötü haber, teknenin yakıtı bitmiş. İyi haber, teknede bir haftalık erzak var.”
-Yakıt yoksa Erco neden bizi buraya getirmiş olabilir arkadaşlar? Dedi paşa. Mantıklı adamdı. Ayrıca benim Ercan’a taktığım lakabı beğenmişti. Buna sevinmiştim. Bu soru benim Ercan Ütopyası teorimi açıklamam için iyi bir fırsattı.
-Abi bence bu herif bize survivor yaptıracaktı. İşte ödül oyunlarında falan bu erzağı dağıtacaktı. Yakıtının olmaması da bu adamın ıssız olmadığına delalettir. Bu herifi ağaca bağlayalım ve başında iki kişi beklesin. Kalanlar da adayı araştırsın, ne dersiniz?
-İyi fikir Sanji, ama etraf kapkara, hele bir sabah olsun bakarız. Şimdi kamp kuralım. Dedi faust. O da mantıklı adamdı.
Diğerlerinin de onayıyla öneri kabul edildi. Teknede üşüdüğümüz halde ada serin değildi. Bu yüzden havlularımızı serip uyumaya koyulduk. (E madem Antalya’ya geliyoruz biraz da keyfini çıkarırız dedik.) Marisa ve Vinnie nöbet için gönüllü olmak istediler ama kabul etmedik. Her şeye rağmen Ercan’ın hayatından endişeliydik.
Sonra Ercan uyandı. Her şey aslında onun rüyasıymış =)))))))))
Bağlamaya çok üşendim. Harf limitini de doldurduğumdan böyle saçma sonlandırdım. İstek olursa buna ayrı FF konusu açıp devam ettiririm rüya olmayan sonla
Yaş: 21 Kayıt: 29 Oca 2015 Mesajlar: 95 Favori Anime & Manga: M: Chocolate, AAA, A: Hunter x Hunter, Black Butler Teşekkür: 20
Durumu: Çevrimdışı
yuno Otaku (Level 2)
Konu: Yanıt: Hikâye - Fanfic Yarışması
FF Death Note karakterlerini kullanarak yazdım.
Spoiler:
25.bölümden sonra çıkanlar dahil.
Spoiler sayılır mı bilmem. Zaten Death Note izlemeyen yoktur sanırım. Oylamaya alır mısınız ki?
Spoiler:
ISSIZ BİR ADADA YAŞAM
"Japonya'daki katillerin,suçluların nedeni bilinmeyen bir şekilde gerçekleşen ölümleri sona erdi. Son birkaç aydır Kira'dan haber alamıyoruz."
L, şaşkın bir şekilde televizyona bakıyordu. Cidden, uzun süredir tek bir kalp krizi veya ona benzeyen bir ölüm gerçekleşmemişti. Cidden, Kira nereye gitmişti? L'nin hemen yanında bulunan Light da en az L kadar şaşkındı. Bir zamanlar Kira kendisiyken, şimdi sakin bir hayat sürmek için ölüm defterinin sahipliğinden vazgeçmişti. Tabii, şimdi olanları hatırlamıyordu. Birden, L'nin bağırışıyla kendine geldi:
"Hep bugünü beklemiştim! Kira ortadan kayboldu, değil mi? O zaman burada durmamız, var olmayan birini yakalamaya çalışmamız da çok saçma! Tatile gidiyoruz!"
Watari bile L'nin bunları söylemesine oldukça şaşırmıştı:
"Ama... Bu, Kira'nın bize kurduğu bir tuzak olamaz mı?" dedi. L sorulan soruyu görmezden gelerek Light'ı peşinde sürüklerken:
"Watari, burası sana emanet. Tschüss!" dedi. L ile Light giderlerken Watari hala arkalarından şoka girmiş bir vaziyette bakıyordu.
----
Near birdenbire kendisinin, Mello'nun, Light'nun, L'nun ve Misa'nın olduğu büyük, görkemli bir gemide kendisini bulunca ne yapacağını bilememişti. Durmadan "Saçma." deyip duruyordu. Pijamalarıyla yere tüneyip, bir yap-bozu tekrar tekrar bitirmeyi şimdiden özlemişti. Yanına yaklaşan Mello'yu görünce başını başka tarafa çevirdi. Mello, yine de adımlarını sıklaştırarak onun yanına vardı ve:
"Hey, burada olmak istemediğini biliyorum, Near." dedi çikolatasından bir ısırık alarak.
"Eee, ne yapmamı bekliyorsun o zaman?"
Sorusu karşılıksız kalmıştı. Adaya varmışlardı.
----
"L, nereye geldiğimizi biliyor musun?" dedi Misa.
"Ben de bilmiyorum. Burası sizi getirmek istediğim adadan oldukça farklı. Matt, nereye geldik biz?"dedi L. Beşlimizin içinde bulduğu gemiyi yönlendiren Matt, yani kaptan:
"Gemi dalgaların etkisiyle yanlış bir yere doğru sürüklenmiş olmalı. Sanırım terk edilmiş, ıssız bir adaya geldik." dedi.
"Tam da hayallerimdeki gibi! Hayatta kalmaya çalışmalıyız. Ama önce Acun'u bulalım!"diye heyecanla çığlık atan Light'ya herkes o delirmiş gibi bakıyordu. Misa bezgin bir ifadeyle:
"Light! Daha az Survivor izlemelisin. Televizyondaki hayat ile gerçek hayat arasındaki fark çok fazladır."dedi. Misa, Survivor'ın önceden planlanmış bir diziden ibaret olduğunu düşünüyordu.
Near, saatlerdir oturduğu geminin bir köşesinden kalkarak bizimkilerin yanına gedli.
"Hey, daha ne kadar orada dikileceksiniz? Adayı keşfe çıkalım, ayrıca filmlerdeki gibi davranmanıza gerek yok. Motorumuz arızalanmadı, yakıtımız bitmedi, hiçbir aksilikle karşılaşmadık. Yani hala eve gitme şansımız var. Tanrım, bunu bile düşünemiyor musunuz?"
Sessizlik. Uzun süreli bir sessizlik. Herkes şaşırmıştı. Bütün yolculuk boyunca bir köşede oturan Near nasıl olmuştu da birden bire onlara böyle çıkışabilmişti? Herkes onun utangaç biri olduğunu sanıyordu. Ama, belki de sadece onlöarla birlikte olmak istemediği için öyle davranıyordu. Evet, kesinlikle öyle olmalıydı! İlk kendine gelen Mello oldu:
"Şey... Near haklı arkadaşlar, haydi şu adaya bir bakalım. Eğer insan yoksa, tatil yapabileceğimiz bir yere benzemiyorsa gemiye biner, eve döneriz." dedi. Hep bir ağızdan "Pekala!" cevabını alan Mello, diğerleriyle birlikte adaya doğru yürümeye başladı. Artık beşlimizin adadaki maceraları başlıyordu.
----
Adayı gezintiye çıkan beşlimiz yürürken Misa büyük, pembe ve mor renkli meyveleri olan bir ağaç gördü.
"Arkadaşlar, şu ağaca baksanıza bir! Dayanamıyorum, meyvelerinden bir tanesini yiyeceğim!" diye heyecanla bağırdı. Uzun süredir onu izlemekte olan L:
"Hayır, yeme. Ne olduğunu bilmediğin bir şeyi yersen bu sende hesapta olmayan yan etkilere yol açabilir." derken Misa meyveyi ağzına atmıştı bile. Meyveyi yutmasıyla yere yığılması da bir oldu.
----
"İnanmıyorum, kaç ton bu kız Allah aşkına? Tabii, yiyor yiyor, fil gibi oluyor. Sonra da iyilik yapıp onu taşımaya çalışan ben bu hafif (!) yükün altından kalkamıyorum!" diye söylenen Light, Near, L ve Mello'nun on on beş metre kadar gerisinde kalmıştı. Nihayet gemiye varabildiklerinde Matt onları üzgün bir suratla karşıladı:
"Arkadaşlar, motorumuz arızalanmış. Ancak motoru tamir edebilsek bile evimize dönemeyiz. Çünkü, yakıtımız da bitmiş." dedi. Misa tam o sırada ayılıp gözlerini açarak:
"Ben adada bulduğum taşlarla, çakıllarla "HELP!" yazacağım büyük bir şekilde. Böylece yukarıdan geçen uçaklar bizi kurtarabilir. Ne de olsa İngilizce dünyada yaygın bir dil." dedi. Misa söylediği şeyi gerçekleştirdi. Ama taşları düzgün yerleştiremediğinden yazının yukarıdan okunması neredeyse imkansızdı. Ama yine de herkes umutluydu. Birden Near:
"Hey, bakın! Yukarıdan uçan bir mecha bize doğru yaklaşıyor!" dedi. Herkes bir uçak veya helikopter beklerken uçan bir mecha görmek onları şaşırtmıştı. En sonunda mecha yanlarına iyice yaklaşarak yere indi. Robotun içinden bir insan çıktı. Bu, Britanya'yı yok etmeyi kafasına koymuş Lelouch'dan başkası değildi. O da tatil için bu adaya gelmişti. Ancak normal taşıtlar kullanmaktansa uçan bir mecha kullanıyordu. İşte bu da onun tuhaflığıydı. Maskesi tabi ki de yüzündeydi. Lelouch, maskesi sadece gözü görülebilecek şekilde açarak:
"Ben Zero! Size ölmenizi emrediyorum!" diyerek bağırdı. Light gülerek:
"Sen öyle söyledin diye ölecek veya ona benzer bir şey yapacak değiliz. Şimdi buradan yok ol çakma süper kahraman." diyemeden kendisini tabancayı başına dayamış bir şekilde buldu. Çok geçmeden beşlimiz ve Matt ölmüştü. C.C Lelouch'a:
"Neden öldürdün ki şimdi onları? Sana bir zararları dokunacak mıydı ki? Onların Britanya ile ilgisi yok." dedi. Lelouch:
"Orasını bilemeyiz." dedi.
- SON -
Bu mesaja teşekkür edenler (8 kişi): Alquimia, Silvers Rayleigh, -erzascarlet-, Enel, Soul King Brook, Law, SanJi, Ushiromiya Beatrice
Desdemona Reis-i Cumhur
Yaş: 31 Kayıt: 20 Tem 2011 Mesajlar: 1,325 Tanıtımlar: 13 Favori Anime & Manga: FMA & 20th Century Boys, Nijigahara Holograph, Watashitachi no Shiawase na Jikan. Nerden: SAMCRO Teşekkür: 2361
Durumu: Çevrimdışı
Desdemona Reis-i Cumhur
Konu: Yanıt: Hikâye - Fanfic Yarışması
SanJi yazmış:
Bağlamaya çok üşendim. Harf limitini de doldurduğumdan böyle saçma sonlandırdım. İstek olursa buna ayrı FF konusu açıp devam ettiririm rüya olmayan sonla :D
Malikaneye de devam et bence, ben onu çok seviyom.
Ayrıca kollayın kendinizi, BEN DE YAZDIM ARKADAŞLAR.......... Lakin sonunu bağlamaya üşendim Berk gibi şcjkvvbklcj Haftasonu falan eklerim tamamlayıp. Gerçi benim şimdiden bin küsür kelime, beş yüzden az kelimeyle nasıl bağlayacağım sonunu hiç bilemiyorum. Şiirde tıkanıyorum ama hikaye yazarken gevezeliğime dur diyemiyorum. Ortayı bulsam süper yazar olucam ama işte, hep buradan kaybediyorum. :( (dev sarcasm alert)
Güneş tepelerinde acımasızca parlarken Rukia halsizce kendisini dizlerinin üstüne bıraktı. Yoktu, bu küçücük adada, birkaç palmiyeden, bolca kumdan, dalgaların kumları yıkadığı beyaz köpüklerden ve orada burada birkaç boş deniz kabuğundan başka hiçbir şey yoktu. Burada, bu adada yapayalnızdırlar. İçigo'yla.
Nasıl geldikleri konusunda hiçbir fikri yoktu. Her zamanki gibi 13. Takım Karargahı'nda, Kotetsu ile Kotsubaki'nin Ukitake Tayço üzerinden saçmalamalarını dinlemekle ve bir yandan oturduğu yerde gizli gizli esnemekle meşguldü, kapıda ayak sesleri işitince iki ebedi düşman heyecanla bağdaş kurdukları yerden kalkıp sürgülü kapıya yönelmişlerdi, kendi de kalkmaya yeltenmiş, sonra birden başı dönmüş, gözlerine bir perde inmiş ve kendisini sıcacık güneşin altında, sıcacık kumların üzerinde yatar vaziyette bulmuştu!
Gözleri henüz hınçla parlayan güneşe alışamadan, beyni de henüz nerede olduğunu algılayamadan Rukia'nın yüzüne az sonra bir gölge düşmüş ve İçigo "Hey, Rukia, sen de mi bura-" demeye kalmadan Rukia öyle bir korku ve heyecanla yerinden doğrulmuştu ki İçigo'ya istemeden de olsa sağlam bir kafa atmıştı. İçigo acıyla kalçasının üstüne, yere düşmüş ve burnunu tutarak acıyla kıvranmaya başlamıştı.
-Rukia, temeee, burnumu kırdın, koca kafa!
Aradan tahminen yarım saatten fazla bir süre geçmişti. Rukia'nın adanın tümünü keşfe çıkıp bitirip gelmesi işte bu kadar sürmüştü, yarım saatten biraz fazla. Bu kadar küçük bir adaya onları hangi kuvvet atmıştı, hangi gizli el onları tutup buraya fırlatmıştı? Düşünceli bir tavırla hart hart başını kaşıdı.
-İçigo! (İçigo'nun "g"sini genizde hafif bir "n" karışımı ile telaffuz ederdi her zaman) Belki de Quincy'lerin işidir. Yani bir tür illüzyon? Ya da boyut mu değiştirdik? Ama neden sadece ikimiz? Bizden başka canlı yok bu adada. Etrafta hiçbir reiatsu hissetmiyorum! Hiçbir tuzağa da rastlamadım. Bir tür ışınlanma mı yaşadık biz? Sen ışık filan gördün mü?
İçigo, Karin ve Yuzu ile kahvaltı sofrasına henüz oturmuştu ki oturduğu sandalye altından kaymış ve kendisini suyun içinde bulmuştu. Rukia'nın üzerinde dakikalardır kafa patlattığı kuvvet onu kıyıda, berrak kumların üzerinde cam gibi parlayan sığ sulara bırakmış ve genç Şinigami heyecanla suya değdiği anda yerinden fırlamış, kendini kıyıya atmış, heyecanının geçmesini birkaç dakika (belki de birkaç saat? Çünkü İçigo geldiğinde güneş bu kadar tepede değildi) beklemiş ve tam kafasını toparlayıp etrafa göz atmaya karar verdiği anda yerde yatan koca kafalı 13. takım teğmenini görmüştü. Fakat şu an İçigo, anılarla da ışıkla da ilgilenemezdi. Galiba burnu kırılmıştı!
-Ben sen bana kafa attığın zaman gördüm o bahsettiğin ışığı! Resmen burnumu kırdın!
Rukia, bu adaya geldiğinden beridir ilk defa İçigo'yu dikkatle süzdü.
-Senin burnun mu kanıyor? (Birdenbire kulaklarına kadar kızardı) Oi! Sapık! Adanın birinde baş başa kaldık diye aklından neler geçirmeye başladın? İçigo, seni döverim, teme!
-Geri zekalı! Sen burnumu kırdığın için kanıyor burnum!
-Tamam, tamam, kesin, ooc oldu bu!
İkisi birden korkuyla gökyüzüne baktılar.
-Bu ses nereden geliyor? diye buğulu sesiyle söylendi Rukia. İçigo gökyüzüne haykırdı:
-Kendini açık et! Bizden ne istiyorsun? Bizi buraya niye getirdin?
-Zaten Kubo sizi ıssız ada değil belki ama bir tür balayı adasında resmetmişti, bir 14 Şubat'tı sanırım, hatırlıyorum o görseli, ne geyik çevirmiştik üzerinde!
-İçigo, gardını al, dedi Rukia, kaşları çatılmıştı.
İçigo'nun eli bir refleksle sırtına gitti ancak Zangetsu sırtında değildi, zaten o buraya gelmeden önce bir kahvaltı sofrasındaydı, Zangetsu üzerinde ne arasındı?
-Kısooo diye söylenecekti ki ses tekrar duyuldu.
-Tamam ya ağzınızı bozmanıza gerek yok gençler, herkes evine, hadi bakalım, kış kış, sizin bu hikayede yeriniz yok.
Ve menekşe gözleri iri iri açılmış Rukia ile en Kadir İnanır bakışlarını görünmeyen düşmanına saçmakla meşgul İçigo, pof diye ortaya çıkan bir toz bulutunun içinde kayboldular.
Başka birileri olmalı. Daha güncel:
-Judayme! Judayme! Lütfen gözlerini aç judayme!
-Tsuna, oi! Kendine gel artık!
Vongola'nın 10. patronu yavaşça gözlerini açtı. Güneş tepelerinde acımasızca parlarken o halsizce sırt üstü kumların üstünde yatıyordu. Yoktu, bu küçücük adada, birkaç palmiyeden, bolca kumdan, dalgaların kumları yıkadığı beyaz köpüklerden ve orada burada birkaç boş deniz kabuğundan başka hiçbir şey yoktu. Burada, bu adada yapayalnızdırlar. Yamamoto ve Gokudera'yla...
-Gokudera-kun? Yamamoto? Ne oldu bana?
-Gerçekten, neredeyse birebir aynı cümleleri kullanmak zorunda mıydım?
Tsuna heyecanla ayağı fırlamaya çalıştı ancak dengesini yitirip tekrar kaba etinin üstüne düştü. Gokudera parmak aralarında küçük dinamitlerle patronunun önüne geçti, Yamamoto da en keskin bakışlarını sesin geldiği yöne dikerek beyzbol sopasını kılıfından çıkardı.
-Bu-bu-bu ses de nereden geldi?
-Sen korkma, judayme, ben seni korurum!
-Gokudera, sen Tsuna'yı koru!
-Ben zaten aynı şeyi senden önce söyledim geri zekalı beyzbol manyağı! Sana mı sorcam hem?
-Yahu ben sizi buraya okuldan getirdim, hadi beyzbol sopasını anlarım da Gokudera manyağı, o dinamitleri her seferinde nerenden çıkarıyorsun? Zaten bunlar da bana güncel, yoksa manga biteli kaç yıl olmuş. Vazgeçtim, defolun buradan!
Ve Tsuna'nın "hiiiiii" şeklindeki acınası çığlığı, sahibi ve iki en sadık adamıyla beraber toz bulutunun içinde kayboldu.
-Başka, başka! Hmm...
-Hilda-san, lütfen çikolatalarımı kabul edin, bütün gece uğraşıp sadece sizin için yap-are? Neredeyim ben? Hilda-san?
Güneş tepelerinde acımasızca parlarken Furuiçi elindeki kalp şekilli çikolata kutusunu boşluğa uzatmış, iki büklüm halde duruyordu. Yoktu, bu küçücük adada, birkaç palmiyeden, bolca kumdan, dalgaların kumları yıkadığı beyaz köpüklerden ve orada burada birkaç boş deniz kabuğundan başka hiçbir şey yoktu. Burada, bu adada yapayalnızdırlar. Oga ve Belbo'yla.
-O-o-o-o-OGAAA! Biz neredeyiz?
Furuiçi koşa koşa kumların üstünde boylu boyunca uzanmış Oga'ya koştu. Önce onun baygın olduğunu sandı, sonra genç babanın burnundaki sümük balonunu indire şişire aslında uyumakta olduğunu fark etti, Belbo da poposunu dikmiş, babasının göğsünde mışıl mışıl uyumaktaydı.
-Ogaaa! Sana diyorum! Biz neredeyiz? Ben en son Hilda-san'a çikolata vermekle meşguldüm, mevsim kıştı, biz okul bahçesindeydik! Şi-şi-şi-şimdiyse buradayız! Kime diyorum, oi!
Furuiçi uykusunu bölme zahmetine girmeyip güneşten rahatsız olan gözlerini koluyla gölgeleyen Oga'ya öfkeyle elindeki çikolata kutusunu fırlatmak istedi ama kutu tam da Belbo'nun ısırılası poposuna denk geldi. Bebek irkilerek uyandı, iri iri gözlerle bir hâlâ uyuyan babasına, bir de olacakları hissederek bembeyaz kesilen Furuiçi'ye baktı ve ağlamaya başladı. Adadan güneşten daha parlak, mavi bir ışık hüzmesi yükselirken Belbo'nun huysuzlanmasına Oga'yla Furuiçi'nin çığlıkları karışıyordu.
-Ağlattınız çocuğu be! Hadi kış kış! Bakaiçi, nolcak! Allah'ım, saat 12'ye geliyor, hiçbir şey yazamadım! Daha reytingi bol bir şey lazım!
Güneş tepelerinde acımasızca parlarken Makoto halsizce kendisini dizlerinin üstüne bıraktı. Yoktu, bu küçücük adada, birkaç palmiyeden, bolca kumdan, dalgaların kumları yıkadığı beyaz köpüklerden ve orada burada birkaç boş deniz kabuğundan başka hiçbir şey yoktu. Burada, bu adada yapayalnızdırlar. Haru'yla.
-Aha, reytingi gözünden vurdum...Bromance'i de dayarım şimdi... de... Bunların böyle bir bölümü vardı yahu. Yalnız bu cümlelerde niye ısrar ediyorum, Allahım! Aynı betimleme, aynı betimleme, nereye kadar!
-Ha-ha-ha-haru, bu ne? Bu bir hayalet sesi mi? Korkuyorum, Haruu!
Makoto koskocaman gövdesine aldırış etmeden yanında incecik kalan Haru'nun arkasına saklanmış, yavru bir köpek gibi titrerken Haru en hissiz, yani her zamanki sesiyle-
-Ya, tamam, yaoi-fan-girl'ü sayılmam zaten. Kaybolun, beğenmedim. Ayrıca siz niye mayolu değilsiniz ya! Issız adaya okul üniformasıyla düşen bishie mi olurmuş? Kaybolun gözümün önünden!
-Haruuuuu!!!
-Tamam, bu kez kesin olacak:
Güneş tepelerinde acımasızca parlarken Ciel tam bir umursamazlıkla Saksonya porseleni kahve fincanından sakız aromalı Türk kahvesini yudumladı. Yoktu, bu küçücük adada, birkaç palmiyeden, bolca kumdan, dalgaların kumları yıkadığı beyaz köpüklerden ve orada burada birkaç boş deniz kabuğundan başka hiçbir şey yoktu. Burada, bu adada yapayalnızdırlar. Sebastian'la. Ve Ciel bunu zerre kafaya takmıyordu.
-Sebastian, tatlım nerede kaldı?
-Hemen getiriyorum, Boççan!
-Ya, dalga mı geçiyorsunuz siz? Issız ada yavrum burası? O masa, o sandalye, o ipek örtü nereden çıktı?
Ses Ciel'i hiç şaşırtmadı, hatta kafasını kaldırıp gökyüzüne bakmasına bile sebep olmadı. Sebby ise en çekici gülümsemesini gökyüzüne yönelterek:
-Biliyorsunuz ki ben şeytani bir uşağ-
Biz toz bulutu daha!
-Yav, he he! Kaç yıllık sloganı bana satıyor aklı sıra.. Gerçi her seferinde üstümde işe yarıyor ama. Yok, başka. Ve son. Vallahi son:
Güneş tepelerinde acımasızca parlarken Kaneki, iştahla ağzına doldurduğu et parçasından yüzüne gözüne bulaşan kan lekelerini kolunun tersiyle sildi. Yoktu, bu küçücük adada, birkaç palmiyeden, bolca kumdan, dalgaların kumları yıkadığı beyaz köpüklerden ve orada burada birkaç boş deniz kabuğundan başka hiçbir şey yoktu. Burada, bu adada yapayalnızdırlar. Hide'yle. Ve Kaneki o sırada dehşetle fark etti ki ağzına tıktığı bu et parçası Hide'nin butundan bir parçaydı-ÖĞ!
-Oha! Noldu ya! Kaneki bu kadar fütursuzca insan eti yeme aşamasına geldi mi ki? Ben animeyi 3. bölümde bıraktım. Ayrıca niye korku filmine döndü olay?
-Kes, kes, senin de bir şeyi becerebildiğin yok zaten!
-Sen kime beceriksiz diyorsun, oi!
-Gördük işte becerilerini! Reyting istiyorsun, aklına Orihime-çan gelmiyor!
-O şırfıntının adını ağzına alma benim yanımda!
-Peki ya Naruto? Hani bir Baruto-Salatalık fanfic'i yazacaktın!
-Sarada o! Salatalık değil!
-Yüzü turşu satıyor ama? Bence salatalık daha yakışıyor ona!
-Kapa çeneni! Sen ne anlarsın mangadan?
-Ben mi ne anlarım mangadan? Benim hayatım Şonen Jump okuyarak geçmiş bir kere! Sen bu âlemi keşfederken ben dönüyordum kızııığğğm!
-Ya bi' git!
-Hadi yazsana bir Vegeta fanfic'i! Yazamazsın dimi? Sıkar tabii. İzlemedin ki Dragon Ball'u?
-Ya, sus!
-One Piece de izlemedin! Kara cahil, bir de otakuyum diye geçinirsin!
-Ya yeter!
-Sen anca orda burda insanlara çemkir, twitter'da Gintama yok diye ağlan, ona buna spoiler dağıt ama sorsan gomu gomu nedir bilmezsin! Çakma otaku seni!
-Yahu benim gözüm senden başkasını mı görüyor?
Gintoki durdu, karşısında kıpkırımızı kesilmiş bu otuzundaki garip, sivilceli, tombul kıza birkaç saniye dik dik baktı. Sonra dudakları arasından bir "tçç!" sesi çıktı, "şaşkın ergen!" diye söylenip en yakın palmiyenin gölgesinde şekerleme yapmak için sallana sallana yürüdü gitti.
Güneş tepelerinde acımasızca parlarken Kuinşi dizlerindeki bilgisayara çaresizce gözlerini dikip yüzünün kızarıklığının geçmesini sabırla bekledi. Yoktu, bu küçücük adada, birkaç palmiyeden, bolca kumdan, dalgaların kumları yıkadığı beyaz köpüklerden, orada burada birkaç boş deniz kabuğundan, palmiyelerin birinden bir goril edasıyla çırılçıplak sarkmış, gemiler görür ümidiyle kıyafetlerini sallayan Kondo'dan, kuma gömdüğü ve sadece başı görünen Okita'nın üstünde ter ter tepinen Kagura'dan, sanki gezmeye gelmişler gibi dev egzotik bir bitkinin dev yapraklarından yaptıkları şemsiyenin altında tatlı tatlı söyleşen Otae ile Kyuubei'den, nasılsa kulağında kulaklıklarıyla bu adaya düşmüş, mutlu mutlu şarkılarını dinleyen Şinpaçi'den, kumlara uzanmış göbeğini kaşıyan Madao'dan, bir ağacın arkasında gizli gizli Gintoki'yi gözetleyen Saç-çan'dan başka hiçbir şey yoktu. Burada, bu adada yapayalnızdırlar. Hayatının animesinin karakterleriyle, Gintama'yla...
Kaç kelime sayamıyorum, bu yeni bilgisayarda Office yüklü değil bunu da siteye yazdım, bir saate kadar kendi bilgisayarımda bakınca haber veririm ama şu an mümkünsüz.
Değildim men sana mail, sen ettin aklımı zail/Mene tan eyleyen gafil, seni görgeç utanmaz mı?
21 Şub 2015 0:38
Bu mesaja teşekkür edenler (7 kişi): Alquimia, Silvers Rayleigh, SanJi, Soul King Brook, Mihawk [Bot], -erzascarlet-, Ushiromiya Beatrice
Bu forumda yeni başlıklar açamazsınız Bu forumdaki başlıklara cevap veremezsiniz Bu forumdaki mesajlarınızı değiştiremezsiniz Bu forumdaki mesajlarınızı silemezsiniz Bu forumdaki anketlerde oy kullanamazsınız